VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 02 April 2024 12:25:56

0 Yorum

Kez Okundu.

Yeni Bir Kamu Hukuku

 Yeni bir Kamu Hukuku

H24/ Makale / Ali Bulaç

 Kamu hukuku şu veya bu, bir kuruluş felsefesine göre, devlt denen aygıtın işleyişini, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk bölümüdür. Modern hukuk sistemlerinde Anayasa, İdare, Vergi, Ceza, Yargı, Mali ve Devletler Genel Hukuku bu başlık altında incelenir. Söz konusu tasnif yeni ise de genel konuları bakımından eskiye dayanır. Fıkıh kitapları bilhassa idare veya anayasa hukuku bakımından son derece fakirdirler; bu kitaplarda yer alan söylem ve hükümlerden bugün bir kasabayı dahi yönetecek hukuki malzeme çıkarılamaz.

Devletler arası hukuk, ceza hukuku ve vergi hukukuyla (harac) iligili onlarca cilt kitaplar yazılmıştır; Emevi ve Abbasiler döneminde devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere alimler bu üç alanda hatırı sayılır kitaplar telif etmişlerdir; muasırlarıyla mukayese edildiğinde ileri derecede birikime sahip oldukları görülür. Yöneticilerin, müçtehitlerin içtihat ve fetvalarına göre hüküm sürdüğü Emevi ve Abbasilerde devletin özerk organlarınca üretilen hukuk sistemi yoktu, hukuk yapma işi ulemanın uhdesinde idi.

Bugün için büyük fakihlerin, Abbasi-Bizans savaşları çerçevesinde ve ağırlıklı olarak Darul İslam-Darul Harp ikilemine dayalı devletler hukukuyla ilgili içtihatları önemini kaybetmiş bulunmaktadır. Belki de bugüne ait “devletler arası hukuk” geliştirelecekse, öncelikle “Darul İslam-Darul Harp” ikilemi yanında “uluslar arası ilişkiler” kavramının kritik edilmesi icap eder, zira bugün Darul İslam-Darul Harp ikiliği geleneksel fakihlerin tanımına uymadığı gibi “ulus ve uluslar” gerçek hayatta karşılığı olmayan ulus devletlerin inşaı ve tasarrufudur.

Vergi ve Ceza hukukunda ana doneler yapısal değişim geçirmiştir; söz konusu değişim Muhdes Şeriat’ın Münzel Şeriat’e göre yeni içtihatlara konu olmasını gerektirmektedir. Ancak Devletler, Vergi ve Ceza hukukuyla ilgili değişiklikler, Anayasa veya İdare Hukuku olmadan yeni bir düzenlemeye tabi tutulamaz. İnsan-toplum, insan-devlet ve toplum-devlet ilişkileri sahih bir toplumsal sözleşme ile ele alınmadığında rahmetli Seyyid Kutup’un dikkat çektiği ana sorun ortaya çıkar; Cahili bir sistemin vergi, ceza, devletler ve başka alanlarda süren yapısal karakterinin ürettiği sorunların çözümünü İslam’dan beklemek mümkün müdür?

Örnek: Hırsızlıkların neredeyse tamamı piyasa kapitalizminin esası olan gelir bölüşümünün yol açtığı eşitsizlikten kaynaklanır. Geçim sıkıntısı ve açlık sadece hırsızlığa yol açmaz, insanı küfre dahi sürükler; ne din kalır insanda, ne iman. “Yoksulluk neredeyse küfre götürecek.”

Hz. Peygamber (s.a), fakirliğin sebep olduğu şidditli sınavdan (fitne) Allah’a sığınmıştır (Buhari, Deavat, 46). Yaşanan şiddetli yoksulluk cami kürsülerinde, televizyon ekranlarında sabır, tevekkül ve ahiret yatırımı vaazlarıyla önlenemez. “Tasavvuf hayatı peygamber gibi yaşamaktır” diyen Türkiye’nin vergi rekortmeni Murat Ülker için bu müthiş cümle, konformist bir aforizmadır; “Bir lokma bir hırka”, İbrahim Ethem gibi ellerinde imkan varken sufi hayatı tercih edenler için söz konusudur.

Hz. Peygamber, devlet başkanı iken, hanımına altın bilezik alamadı. Mercedeslerden inmeyen tarikat şeyhlerinin iki yakayı bir araya getiremeyen müritler için sabır ve fakirlik vaazları hala iş görüyorsa, burada başka bir problem var demektir; murid olmayan milyonlarca yoksul için bu lafların bir anlamı yok. Günleri ve yılları yoksullukla geçenin eline fırsat geçse hırsızlık suçu işler, bu hırsıza “el kesme” cezası vermek hem akıl dışıdır, hem Şeriat’e aykırıdır. Remade yılında baş gösteren kıtlıktan dolayı Hz. Ömer “Bu sene insanlar aç kalıp hırsızlık yapabilirler, açlıktan dolayı hırsızın eli kesilmez diye” o sene cezayı askıya almıştır. Ebu Zer, “Evinde yiyecek olmayanın elinde kılıç insanların üzerine yürümediğine şaşıyorum” der. Suç kapitalizmin, ceza İslam’ın olunca fatura kolayca Şeriat’e kesilir.

Kur’an ve Sünnet’te tespit edilmiş belli harcama kalemleri esas alınmadan toplanan vergi düzeninin sebep olduğu sorunların çözümü Şeriat’te aranamaz. Tefecilik, şahıslar arasında birinin zararına diğerinin emeksiz kazancına matuf “riba” hükmünü hükümetlerin sebep olduğu enflasyonu hesaba katmadan “faiz” kabul etemek, milyonları enflasyon karşısında ezdirmeye yol açar. Bu nasıl bir “riba”dır ki faiz veren kuruluşlar (bankalar) kârılarını yüzde 500 arttırırmaktadır. Kişiler arasındaki para ilişkisi ile kişiler ve tüzel kişilikler arasındaki para ilişkisi mahiyetçe farklıdır; ilkinde faiz verenler zarar eder, diğerinde faiz verenler muazzam kazançlar sağlar.

Geniş kitlelerden küçük bir zümreye kaynak transferi demek olan enflasyonla hükümetler faize karşı çıkarken hakikatte zenginler zümresini korumakta, yoksulları daha çok yoksullaştırmaktadırlar. Enflasyonun gerçek failleri piyasanın aktörleri zenginler zümresi ve bu zümre ile eşgüdüm iktisat politikaları takip eden hükümetlerdir. Bu olayda “riba” yasağı ile alt ve orta sınıflardan üst sınıflara kaynak aktarma aracı olan “faiz” birbirine karıştırılmaktadır.

Bütün bunlar, sorunumuzun, tarihte iktidarların tatbikine izin vermediği Şeriat’ta değil, bugün yeniden bir doğuşa eşlik etmesi gereken iyi bir idare ve anayasa hukukunun yokluğunda yattığını gösterir. Geçmişte alimler, tatbik etme imkanı olmayan bu konuyu ancak teorik olarak ele almış, ideal devlet başkanının sıfatlarını saymakla yetinmişlerdir. Kelam ve fıkıh kitaplarında devlet başkanı için öne sürülen özellikler, baştaki halife veya sultana uymuyordu, alimler bunu bildikleri halde ideal olan ile reel olan arasındaki uçuruma dikkat çekmek suretiyle dolaylı muhalefet yolunu seçmişlerdir. Halbuki gerek Kur’an-ı Kerim gerekse Hz. Peygamber’in tatbikatı (sünnet ve siret) referans alındığında bütün zamanlar için farklı sosyolojileri ortak yarar ve ortak iyi (ma’ruf) üzere bir arada ve barış içinde yaşatmayı sağlayacak modeller geliştirmek mümkündür. Buna sultanlar, şahlar ve padişahlar izin vermedi. Tarihi kritik ederken, bu konu sosyal siyasetin ve siyasi organizasyonun esasını teşkil ettiğinden basitçe geçiştirilemez,.

Tarihin eski çağlarından beri devletlerin meşruiyeti sorun olmuştur. Karl Marxın iddia ettiğinin aksine, tarihte formları değişiklik arzetse de devletsiz bir topluma rastlanamaz. İbtidai zamanlarda adına “devlet” denmese de “yöneten-yönetilen” hep varolagelmiştir. Esasnda meşru zaruretler çerçevesinde siyasete ve devlete duyulan ihtiyaç da buradan kaynaklanır. Yönetim ihtiyacını karşılama manasında devlet tarihsel bir realite ve toplumsal bir zarurettir.

Devlet fikrinin tam karşısında siyasi ve sosyolojik anlamda anarşizm yer alır. Anarşizm, felsefi anlamda nihilizmdir ama ne varlığın düzeninde kargaşa vardır (67/Mülk, 3) ne de insanın ve toplumun hayatında hiçlik geçerli bir yasadır. Sözleşme kuramcıları insanların doğa durumundan ancak siyaseten örgütlenmek suretiyle sivil/medeni hayata geçtiklerini öne sürmektedirler. Varlık alemi, temeli ilahi kozmik düzene (Sünnetullah) bağlı olduğu için bizzarure insanlar arası ilişkilerin tabiatını teşkil eden toplum düzeninde de geçerli bir takım yasalar olmalıdır ve zaten vardır.

İşte bu temel gerekçe ve zaruretler, devlet denen siyasi ve hukuki aygıtı ortaya çıkarmıştır. Devlet misyonu icabı toplumda bazı fonksiyonlar yüklenir. Modern anlamda bunların başında çoğu zaman suistimale açık kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu yararı, kamu sağlığı gelir. Klasik fakihler açısından devletin misyonu müslüman olsun olmasın, Zarurât-ı hamse (can, din, akıl, mal ve nesil emniyeti) olup bunlar da egemenlik, iç güvenlik-yargı, vergi ve dış savunma ile sınırlıdır.

Marx, haklı olarak kapitalist toplumlarda devletin bir soygun ve tahakküm aracı olduğunu söylüyordu. Buna yol açan sebep, burjuvazinin iktisadi güç yanında siyasi ve hukuki gücü eline geçirmiş olmasıydı. Sınıf, iktisadi gelir farkının siyasi ve toplumsal imtiyaz aracı olarak kullanılmasını sağlar. Halbuki meşru iktidar, siyasi ve hukuki sürekliliği sağlayan yurttaşlar arasında adaleti eşit olarak dağıtmakla yükümlüdür. “İnsanlar (hukuk karşısında) tarak dişleri gibi eşittirler,”

Mesele şu ki, iktidar ilişkisini belirleyen güçler, yöneten-yönetilen ilişkisini manipüle ediyorlar. Bizde Tanzimat ve Meşrutiyet geleneğini sürdürmekte olan imtiyazlı çevreler, kendilerini bu ülkenin ve halkın vasileri olarak görüyorlar; yönetilenlerin irade, seçim ve rızalarını manipüle edip devlet aygıtına bildikleri gibi müdahale ediyorlar. Bunu da –eksik etmedikleri tarih düşmanlığına rağmen- bilinçaltlarında hala canlılığını koruyan mülk-melik ilişkisini şekillendiren gelenekten alırlar. Saltanat ve padişahlık döneminde ülkenin tamamı ve yönetim tek bir kişinin veya bir hanedanın “mülkü”ydü. Muaviye, mülkü Allah’ın kendilerine (Beni Ümeyye) verdiğini söylüyordu; Osmanlılarda da Memalik-i Osmani Osmanlı hanedanın mülküydü. Modern zamanlarda mülk üzerinde Aydınlanmış, laik-deist kemalistler hak iddia etmektedirler. Muhafazakâr dindarlar ile laik kemalistler arasındaki kavga mülkü kimin temellük edeceği meselesidir.

Prensipte Mülk Allah’ındır, Allah’ın mülkü de en Nâs’ın, bütün insanlarındır. Müslüman dünya, geleneksel fıkıhtan farklı yeni bir İslami kamu hukuku vaz’decekse ilk hareket noktası bu prensip olacaktır; bu, siyasi mücadelelere olduğu kadar, tabii ve iktisadi kaynaklar üzerinde çıkan çatışmalara da çözüm olacaktır.

Kamu Hukuku’nun önemli konusu yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenlemek ise, demokrasilerde yönetilenler yöneticilerini seçimle işbaşına getirirler. Mer’i seçim sistemlerinin ne ölçüde sağlıklı oldukları şüphelidir. İslam dahil, adaleti ön planda tutan büyük siyasal sistemler seçimi temel ilke kabul ederler. Siyaset tarihimiz Muaviye’nin zorbalıkla yönetimi almasından bu yana kirlendiği için seçimle ilgili görüşler adeta gözardı edilmiştir. Lakin seçimin tek başına iyi bir yönetim için şart olmadığı malum, hatta demokrasiye şüpheyle bakanlara göre, “seçim işe yarasaydı, onu da yasaklarlardı.” Nitekim Mısır’da, Suriye’de, Azerbaycan’da her daim seçim yapılır, demirbaş liderler yüzde 90’ın üstünde oy alarak tahtlarını korurlar, son seçimde (2024) Rus lider Putin de yüzde 87,8 oy alarak beş yıllık liderliği garantiledi.

Popüler laik kültürün empoze ettiklerinin aksine, seçimin suistimaline ve yönetimin seçime indirgenmesinin ortaya çıkardığı sakıncalara karşı önemli kontra teminat biattır. Hz. Ali’den sonra gerçekleşmediği için biat kimi zaman salt hukuki bir prosedür, kimi zaman seçimden ibaret zannedilmiştir.

Bugün için çözülmesi pek müşkül soru şudur: Yöneticinin seçimle işbaşına gelmesi biat aldığı anlamına gelir mi? Klasik manasıyla biat, doğrudan seçim değil, yöneten ile yönetilenlerin ortak prensipler üzerinde konsensusa varmasıdır ki, bu konsensus İslam siyasetinin ruhudur. İnsanlar arasındaki ilişkilerin temeli serbest iradeye, rızaya (icab ve kabul) dayalı yapılan sözleşmelere (akit ve ahitler) dayanır.

Bugünkü manada biat’ın, seçilmiş bir kişi ve beraberinde çalışacağı ekibin siyasi, ekonomik ve sosyal programının toplum tarafından –seçim sandığıyla- teyid edilmesiyle sağlandığı kabul edilir. Seçim, çok değerli bir unsur olmakla beraber, çok yönlü müzakere ve istişare süreçlerini dışarıda bıraktığından biatı ihtiva etmez. Biat seçimi kapsar ama seçim biatı kapsayamaz. Günümüzde partilerin programlarını lider ve çevresinde küçük bir grup hazırlar, halka program şeklinde sunarlar.

Bu, halkın müzakereye katılıp programın oluşmasına katıldığı anlamına gelmez, hatta vekil adaylarını dahi lider tespit edip halkın kabulüne sunar, halk da ne partinin programının gerçek mahiyetinden bilgi sahibidir, ne de sandıkta kendilerine oy attığı vekilleri tanır.

Seçmenin kahir ekseriyeti kendi bölgesinde seçtiği vekillerin isimlerini bile sayamaz. Binaen aleyh biat ne sureta seçimdir ne de müzakeresiz ve pazarlıksız itaattır. Bey’den gelen kökeni ve doğası itibariyle “siyasi bir alış veriş” olduğundan İslam kamu hukukunun temelini oluşturur. (Bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, Çıra Y. 2020-İskanbul, VII, 48-50.)

Genel kültürde algılandığının aksine biat bu ise –ki öyledir- seçim gerekli, biat ise hem gerekli hem yeterli sebeptir. İster seçim ve biat bir arada yürütülsün, biatsız seçim, seçimsiz biat olmaz. Siyasetle yakın ilgisi olan fikir ve bilim insanlarının bu konu üzerinde derinlemesine düşünüp araştırmalar yapması gerekir. Şöyle düşünelim:

Birini seçtik, seçimi kazanan kişi adaletli değilse, beş seneliğine dilediği gibi yönetir, anayasa varsa da, ya anayasayı meşru olmayan yorumlarala veya meclis çoğunluğuyla kaduk hale getirebilir. Batılı ülkelerde bu türden apaçık müdahale ve manipülasyonlara az rastlanıyor olsa da, sistemin kendisi seçilenlere muazzam yetkiler tanımaktadır ki, Duverger bunun için “seçilmiş krallar” tabirini kullanır.

Duverger’e göre demokratik sisteme dikkatlice bakıldığında İngiltere, Fransa, Amerika vd. ülkelerde durum aynıdır. İngiltere’de parlamento, Fransa’da karma rejim, Amerika’da başkanlık varsa da, söz konusu anayasal görünüşlerin çeşitliği arkasında aynı temel gerçek onları birbirine yaklaştırır: her üç rejimin de nabzı “seçimle iş başına gelmiş bir hükümdar”da atar, parlamento sadece bir denge ağırlığı görevini ifa eder. (Maurice Duverger, Seçimle gelen krallar, Çev. Necati Erkurt, Kelebek Y., 1986-İstanbul, s. 7-8).

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Bizim gibi herşeyin sureta olduğu ülkelerde seçimle iş başına gelen siyasiler usulsuz yorum veya başka yollarla her daim anayasayı açıktan devre dışı bırakır, yeri gelince Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemisi (AYM)’nin kararlarını tanımadıklarını söylemekten çekinmezler.

Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı makamındayken “Anayasayı bir kereliğine delmekten bir şey olmaz” dediğini”, Demirel’in “Devlet bazan rutin dışına çıkar” söylediğini hatırlayalım. Devlet Bahçeli’ye göre AYM hemen kapatılmalıdır. Çünkü liderlerin nezdinde anayasanın metin olarak kutsal bir değeri yoktur, birileri yapmıştır, muktedirin gücüne ve arzusuna göre bypass edilebilir. Ama eğer biatla sözleşme akdetilmişse, biatın tarafları kendi hak ve avantajlarını korumak isteyeceklerinden kolayca üzerinde biat edilen maddeler ihlal edilemez; böyle bir teşebbüs en azından büyük huzursuzluklara, hatta iç çatışmalara yol açar.

Böylesi durumlarda seçim biat karşısındaki hükmünü kaybeder. Müzakereci siyasetin hükmü biat, biat hükmünün maksadı siyasi alışverişte icab ve kabul yani rızadır. Denir ki saltanata geçişten sonra Emevi halifeleri –ki artık bunlara halife değil, sultan denmeli- biat almak istedikleri sahabe ve tabiinden kimselerin boyunları ile kılıç arasında iki parmak mesafe vardı. Ya biat sözü telaffuz edilecek veya kelle uçurulacak! Sonraki imparatorluklarda biat etmeyenin zaten yaşama şansı olmazdı. Bu perspektiften bakıldığında biat kamu hukukunun esasını teşkil eder.

Hz. Peygamber’in tatbikatından hareketle, biatı prensip olarak gerçek şahıslar verir ve hiçbir şekilde hukukun temel ilkelerine aykırı biat olmaz. Kur’an-ı Kerim, hipotetik olarak Peygamber dahi olsa, biatın ancak ma’ruf olanda olabileceğini belirtir (60/Mümtahine, 12).

Siyasetin ilk ve gerçek aktörü şahıstır (liberaller buna birey der). Ferd-i vahid şahıs ile liberal birey arasında temel bir fark var. Şahıs dini, selim aklı ve temiz vicdanı ile şahsiyetini kazanmış kul, birey “ne Tanrı ne efendi” sloganıyla sahneye girmiş öznedir ki, şahsın kendine ait hakları olduğu gibi kolektif (cemaat/topluluk) kimliği ve hakları da vardır. Liberal demokrasi birey ile devlet arasında ara mekanizmaları tanımaz, kolektif haklara literatürde yer vermez. STK’ların varlığı birey ile devlet arasında ara mekanizmalar değildir; demokrasi teorisine aykırı, fiili bir durumdur, bugün yöneldikleri maksat devlet karşısında kendilerine özgü özerk alanların oluşturulması, söz konusu alanların devlet müdahalesinin dışında tutulup korunmasıdır.

Cemaatlerin son yıllarda verdiği kötü örnek, neredeyse herkeste klasik kemalist özlemlere yol açmış, geçen yüzyılın tekparti dönemindeki monolotik rejim hayranlık uyandırmıştır. İslam tarhinde ara mekanizmalar güçlüdür; sivil medeni alanda Şeriat’ın uygulanması yanında tarikat ve cemaatlerin (loncalar, ahi teşkilatları vs.) mevcudiyeti güçlü bir toplum oluşturmuş, Örfi Hkukuk’a rağmen topluma geniş ve çoğulcu sivil alan açmıştır. Suistimale uğrayıp yozlaşmadıkları zamanlarda cemaat ve tarikatlar sosyal, manevi ve mali güçleriyle hem iktidar karşısında insan tekini korumuş hem siyasetin işlemesinde göz önünde bulundurulan sosyolojik aktörler rolü oynamışlardır.

Teorik düzeyde olması gereken cemaatlerin tarihteki doğru formlarını bugün çığırından çıkmış halleriyle karıştırmamak lazım. Diğer temel ilke olan Şura’yı bu çereçevede düşünmek lazım. Şura, yönetimin keyfiliğine yol açan her gelişmeye manidir. İslamcılar şura’yı demokrasiyle eş tuttular, bu teknik olarak yanlıştır, sistem seçim ve biat’a dayanır, şura bundan sonraki zorunlu süreçtir.

Şura ve istişare seçim yapılıp biat gerçekleştikten sonra siyasi birliğin tarafların (sosyolojiler) her önemli, kritik durumda çeşitli yollar ve yöntemlerle karar süreçleri ve karar mekanizmaları üzerinde etkili, belirleyici olmaları demektir.Temel politikalar tespit edildiğinde, yönetilenlerin ve uzman hukukçu ve bilginlerin görüşünü almak gerekir. Bundan dolayı Hz. Ömer, “Şura’sız hilafet olmaz” demiştir. Şura’nın olmadığı yerde keyfilik vardır. Ümmetin tamamınan biat almış olsa da yöneticiler seçimle iş başına gelmedikçe ve seçimle beraber biat alıp istişare mekanizmasını düzgün çalıştırmadıkça gayrı meşrudurlar.

Hz. Peygamber (s.a.), Nübuvvet ve dinin esaslarıyla ilgili konular hariç, neredeyse her konuda yakın sahabesiyle istişare ederek kararlar almış, icraatta bulunmuştur. Şura, bugünkü sureta müslüman/mütedeyyin yöneticilerin onları her karar ve icraatında teyid ve tasdik edecek kadrolu danışmanlar bulundurması değildir. İslam kamu hukukunun bariz vasfı dini, mezhebi, etnik kimliklerine bakılmaksızın 1. Bir toplumda varolan sosyolojilerin, siyasi birliğe (el Umme veya el Camia) kendi tabii potansiyelleriyle ortak olması 2. Sosyolojilerin ifade özgürlüğüne sahip olması.

Bu, din seçme ve seçtiği dini ifade etme özgürlüğüne sahip olması yanında, toplulukların kamusal alanda kendi renkleri ve somut kimlikleriyle görünür olmasını da ihtiva etmektedir. 3. Her bir sosyoloji, bir hukuk topluluğu olduğundan siyasi sistemin teşekkülünde a. Seçim, b. Biat c. Karar süreçlerine ve mekanizmalarına katılma (şura-istişare) hakkına sahiptir.

Siyasi birlik (el Umme veya el Camia), toplumsal sözleşmeye dayanır, sözleşmenin tespitine ve akdine her sosyoloji kendi potansiyeli oranında katılır. Biat, gerekiyorsa, ortak iyi ve ortak yarar (ma’ruf’un celbi, münkerin reddi) olan özgürlüklere, ahlaki normlara, hukuka ve adalete, ihtirama ve bireyler yanında sivil grupların kendi aralarında sözleşme haklarına sahip olmaları ilkelerini zedelemeyecek şeklide sözleşmenin gözden geçirilmesine imkan tanır.

Demokrasinin tekamül etmeye, siyasi çoğulculuk yanında toplumsal ve kültürel çoğulculuğa açık olmaya, kısaca başka kültürel kaynaklardan aşı olmaya ihtiyacı var. Seçim ve halk iradesinin yönetimde ve yönetimin kurumsal yapısında tezahür etmesi, modelin ana vasfıdır. “İslam-siyaset ilişkisi” tartışmasında konunun bu kelami/fıkhi temeli hiç gündeme gelmedi; pratikte teori oluşur düşünüldü, oluşamayınca milliyetçi, solcu veya liberal siyaset biçimleri İslami siyasetin yerini aldı, bu yüzden Milli Görüş hareketi teorik temeli zayıf olarak gelişti. Milli Görüş partilerinin monolotik ve bir parça totaliter özler taşıdığı yönündeki kanaatin ortaya çıkmasında bu teorik zaafın payı büyük. Teorik/kelami zemini hiç olmayan bir teşebbüs siyasi gelişme ve tecrübeler eşliğinde şekilden şekile girmeye, kendi maksadına aykırı başkalaşmaya mahkumdur, nitekim bu özelliğiyle İslami siyasi hareket de günün etkileyici şartları altında tutumdan tutuma girmiş, kendi asli maksadına yabancılaşmıştır.

Milli Görüş hareketine karşı çıkan cemaatler ise, nasıl bir siyaset ve iktidar tahayyülüne sahip olduklarına ilişkin hiçbir çaba göstermediler, şu veya bu teorik öneride bulunmadılar; sözüm ona siyasetten uzaktaymış gibi görünürken cemaate eleman tedarik etmekle meşgul oldular, elbette müridler, şakirtler yukarıdan gelen işarete göre sandığa gidip merkez sağ veya merkez sol partilere oy verdiler. “Ben siyasete karışmam, seçim zamanı gider oy atarım” diyen laik siyasete hizmet eder. Toplumsal faaliyetin meşru zemini siyasettir. Modern toplumda siyasi karar ve düzenlemelerden bağımsız alan yoktur. Sandığı protesto etmek de siyasettir.

Milli Görüş hareketi nihai tahlilde mensuplarına bütüncül bir iktidar vaadetmiş ancak günün parçalı, değişken ve inişli-çıkışlı seyrine göre, kimi zaman geri adım atmış kimi zaman ilerleme kaydetmiştir. Bunun bir sebebi 1945-1990 yılları arasında hükmünü sürdüren Soğuk Savaş döneminin siyasi kültürü ve bunun etkisinde ilk kurucuların tahayyülünde teşekkül eden “toplum-iktidar tasarımı”dır. Toplumun büyük bir bölümü Milli Görüş partilerine destek vermese de, Necmettin Erbakan’a göre, -namaz abdestinde başın dörtte birinin ıslatılmasına kıyasla- toplumun bütünü aslında Milli Görüşçüydü. Sorun “yukarıdan bilincin taşınması” işleminde yatmaktaydı. Yukarıdan bilinç taşıma müzakereci ve katılımcı siyasetin amacına aykırıdır. Liberal devlet taşıyıcı ve emredici araçları, Marxizm, işçi sınıfı adına vekaleten elinde tuttuğu devleti kullanarak yukarıdan topluma bilinç taşımaktadır. Kemalizm bu projenin somut pratiğini ifade eder. Modern İslamcılığın hariçten aldığı butalihsiz etki, İslami siyaseti sonuçta götürüp verili reel politik olana teslim etti.

Siyasetin seçkinci vasfı kesinliği temel alan pozitivizmden neşet eder. Bu durumda demokratik tercih seçkinci kabulle çeliştiğinde kusur ve suç seçmende aranır. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra SP’nin başarısızlığı üzerine tartışma açılması talebine karşı parti üst yönetiminin “Bizim seçim öncesinde izlediğimiz tarzda bir yanlışlık yok. Alınan sonuç bununla ilgili değil. Yanlışlık var mı yok mu diye bir tartışma gereksizdir, yanlışlık vatandaşın kendisindedir” demesi, göç ve kent sürecinde yeni ortaya çıkan demokratik siyasetin anlamına aykırı olarak, siyasete sadece iktidar alanını açmak değil, bunun yanında politik/resmi toplum eliyle belli bir bilincin toplumun bütününe de taşınmasına yardımcı olacağı gözüyle bakıldığını göstermektedir.

Kur'an ve Sünnet'in genel anlatımından, Peygamber Efendimiz (s.a.)'in izlediği siretten şu önemli husus anlaşılıyor: Real politik ile ideal politik arasında denge kuran Hz. Peygember’in attığı her adım ilkelere göredir, siyaseten reeldir, günün gerçeklerine tamamiyle uygundur ama her reel adım ideal politiğe, nihai maksada ve hedefe hizmet eder şekilde belirlenmiştir.

Bir yerde Müslümanlar eğer yeni bir sosyal ve siyasal harekete başlamak durumunda iseler, davete konu olan hedef (muhatap)-kitleye, neye-niçin inandıklarını, dünyayı nasıl yorumladıklarını, varolandan farklı ne türden hayat biçimlerini önerdiklerini ve özellikle başkalarıyla hangi hukuki zeminde bir arada yaşamayı tasarladıklarını, her sosyolojiyi müzakereci siyasete hangi araç ve enstrümanlarla dahil edeceklerini açık seçik anlatmak zorundadırlar. Vahiy diliyle tebliğ edilen İslamiyet bu konuların hiç birinde insanları belirsizlikler içinde bırakmaz. Netlik ve açıklık bu dinin en güzel şiarlarından biridir.

Peygamberimizin iki farklı mekandaki tecrübesinin açılımı olan sünnet ve siretini hatırlamak icap ederse, hem Mekke'de ve hem Medine'de Hz. Peygamber İslam'a davet ettiği muhataplarına açık bir dil kullanmıştır. Mekke'de Peygamber’in davetinin esasını dinin temeli olan Allah'ın birliği (Tevhid inancı), ahiret ve Nübuvveti tebliğ etmek ve bu tebliğe olumlu cevap verenlerin çok yönlü özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamak iken; Medine'de bu iki taleple bağlantılı olarak Müslümanların yahudi ve müşriklerle nasıl bir arada yaşayacaklarının uygun ve mümkün projesini çizmek ve bunu tatbikat sahasına aktarmak olmuştur. İşte Mekke'de metanetle tebliğe ve sosyal taleplere konu olan hususların Medine'de bugün adına “Medine Sözleşmesi” dediğimiz hukukî ve siyasî bir projeye dönüşmesine yol açan faktörleri bu dürüst, açık ve somut tutumlara bağlayabiliriz (Bkz. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, 2. Bsm. Çıra Y. 2022-İstanbul.) Eğer Peygamber -haşa- pragmatik bir politikacı veya fırsatçı bir stratejisit olsaydı, 23 yıl gibi kısacık sürede bütün yarımadayı İslam'ın nuruyla aydınlatması mümkün olmazdı.

Elbette Hz. Peygamber büyük bir siyasi deha idi; dehasını komitacılık, tezvir, yalan, hile, desise, popülizm, entrika, dalevere, baskıcılık vb. ahlak dışı işlerde kullanmıyor, siyaseti Nübuvetin yüksek ahlaki referanslarına dayandırarak yapıyor, böylelikle hikmetli söz ve ahlakî siyaset, kılıçtan daha çok iş görüyordu.

Mekke’nin fethiyle artık müslüman olmaktan başka çıkış yolu kalmayan Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’in amcası Abbas’a “

Yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş” deyince, Abbas ona şu cevabı verir:

-Ey Eba Süfyan, bu saltanat değil, nübuvvettir!”

Nübüvvet mirasının Dört Halife döneminde ve yer yer sonraki zamanlarda da devam ettiğini, İslam'ın ancak bu sayede kısa zamanda İspanya’dan Çin sınırlarına kadar yayıldığını söyleyebiliriz.

Tarihin kaydettiği pratikler farklı farklı olmuş, Müslüman toplumların siyasi kültürlerini meydana getiren ana kodlar bu pratiklerden neş’et etmiştir. Bugün derin bir krizin içinden geçiyor iken Batı’dan aldığımız laiklik, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, bu çerçevede semantik müdahalelere ve geleneksel siyasi kültürümüzün meşruiyet çerçevesinde bir temel bulmaya açık mıdırlar yoksa Batı evrenselciliğinin iddia ettiği gibi sabit kareler şeklinde dondurulmuş mudurlar? Bu soru siyasi krizimizin esasını teşkil etmektedir. İslam’la, İslam’ın tarihi kelami/fıkhi mezhepleri, felsefi akımları ve ekolleriyle yüzleşmeden bu soruya cevap bulamayız.

 

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER