VÄ°DEO GALERÄ°
FOTO GALERÄ°
KÃœNYE
FÄ°RMA REHBERÄ°
Ä°LAN REHBERÄ°
BÄ°ZE ULAÅžIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 13 June 2021 03:23:39

0 Yorum

Kez Okundu.

Peygambere salat ve selam getirmek

Peygambere salat ve selam getirmek

H24/ALÄ° BULAÇ

Bana bir dost “Namazda tahiyatta Hz. Peygamber’e salat ve selam okuyoruz, bu duayı Hz. Peygamber’in okuduÄŸu söyleniyor. Peki, Hz. Peygamber kendine mi salat ve selam okuyordu? EÄŸer böyle ise bundan neyi anlamak gerekir? Salat ve selam nedir?” diye sordu. BaÅŸkalarından da duyduÄŸum bu konuyla ilgili düÅŸüncelerim ÅŸunlardır:

Önce ÅŸunu hatırlatmak lazım: Hz. Peygamber (s.a.)’e “Allah ve melekleri salat ve selam ederler”:

“Åžüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey imân edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin”(33/Ahzab, 56.)

Hadis kaynaklarına göre bu ayet indiÄŸinde Hz. Peygambere sormuÅŸlar: “Sana nasıl selam vereceÄŸimizi biliyoruz, sana salat nasıl olacak?” Åžöyle buyurmuÅŸ: “Namazların son oturuÅŸunda (son tahiyyat) okuduÄŸunuz “salli ve barik” dualarını okuyun, bana salat getirmiÅŸ olursunuz.” (Buhari, Tefsir, 33/10; Tahiyyat duası için bkz. Kur’an Dersleri, 24/Nur, 61. ayetin açıklaması.)

Surenin 43. ayette geçen “salat” kelimesi ÅŸöyle geçer:

“O’dur ki, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size salat etmekte; melekleri de (size dua etmektedir). O, mü’minleri çok esirgeyicidir.” (33/43)

Biz bu ayetteki salat’ı “rahmet” olarak çevirmiÅŸiz. “Salat” kelimesi “ala” ile geldiÄŸinde dua, namaz, rahmet, destek, yönelmek, Yahudilerin havrası gibi anlamlara gelir. Namazın “salat” olarak isimlendirilmesi, bu en önemli ibadetin hakikat-i halde “dua” olması dolayısıyladır. Ancak kelime nisbet edildiÄŸi kimselere göre farklı anlamlar kazanır. Allah’a nisbet edildiÄŸinde “Ä°lahi rahmet ve yardım”, meleklere nisbet edildiÄŸinde “bağışlanma (istiÄŸfar)”, mü’minlere nisbet edildiÄŸinde “dua” manalarına gelir. Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam ve kuvvet farkı göz önüne alınırsa bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek, destek vermek” terimsel anlamıyla örtüÅŸtüÄŸü görülür.

Ä°bn AÅŸur’a göre sahabe döneminde bizim yaptığımız gibi salat getirilmezdi. Kitapların başına salat ve selam duasının yazılmasına muhtemelen hadisçilerin etkisinde Harun ReÅŸit zamanına baÅŸlanmıştır. Sahabiler de Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında salat ve selam getirmezlerdi. Ancak hiç deÄŸilse hayatta bir kere Hz. Peygambere salat getirmek vaciptir, bu konuda icma vardır. Efendimiz’e kendisinden söz edildiÄŸinde veya yazı yazıldığında baÅŸta bir kere salat ve selam getirmek farz-ı kifayedir, yani bir kere zikredilmesi yeterlidir.

Dua her zaman faydalı ve güzeldir. Ancak salatın iÅŸaret ettiÄŸi anlam, Hz. Peygamber’in davasına sahip çıkmak, destek vermek, onun yanında durmak, tarafı olmak ve bunu kalb ve dil ile ikrar edip teyid etmek gibi anlamlara da sahiptir. Bu sayede Hz. Peygamber’e baÄŸlılığımızı ifade etmiÅŸ oluyoruz (bkz. 4/Nisâ 65). O da ümmeti üzerinde titrer, dertleriyle ilgilenir, onlara merhamet eder ve onlar için dua (salat) eder (9/Tevbe, 99); ÅŸefkat kanatlarını onların üzerine gerer (15/Hicr, 88; 26/Åžuara, 215). Kısaca Hz. Peygambere salat ve selam getirmek onun davasına sahip çıkmayı ifade eder. (Daha geniÅŸ bilgi için bkz. Kur’an Dersleri, 108/Kevser, 2. ayetin açıklaması.) Yüce Allah’ın da salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır (bkz. 2/Bakara, 157; 33/Ahzâb 33/41-43).

Efendimiz (s.a.)’in ÅŸöyle buyurduÄŸu rivayet edilir: “Kim bana bir defa salât ve selâm ederse bu sebeple Allah da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salât 11; Ebu Davud, Salat 36; Müsned, III, 83.) Bazı alimler, -mesela Süyuti- sözel salat ve salavattan hareketle Hz. Peygamber’in ölmediÄŸini, kabrinde diri olduÄŸunu söylemiÅŸlerdir. Süyuti’ye göre aksi düÅŸünüldüÄŸünde, hadislerde belirtildiÄŸi üzere kendisine salavat okuyanlara Hz. Peygamber’in mukabelede bulunması imkansız olurdu. Süyuti’nin Kur’an’da Hz. Peygamber’in diÄŸer insanlar gibi ölümlü olduÄŸu, öleceÄŸi açıkça belirtildiÄŸi halde böyle bir tevile gitmesinin bir hakikat deÄŸeri yoktur. “Hiç ÅŸüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir.” (39/Zümer, 30.)

Bu anlatılanlardan ÅŸu sonucu çıkarmak mümkün:

a) Allah ve meleklerin peygambere salatı, ona yardım etmeleri, destek vermeleridir. En büyük destek hiç kuÅŸkusuz vahiydir, zira her zor anında vahiy inip Efendimiz’e muazzam destek vermiÅŸtir.

b) Mü’minlerin peygambere salat ve salavat getirmeleri onun hatırasını büyük ve içten ihtiramla anıp dile getirmeleri, ancak bundan da önemlisi tebliÄŸ ettiÄŸi dini, güçlerinin yettiÄŸi her alanda ve konuda yaÅŸanır hale getirmeleri, onun davasına sahip çıkmalarıdır.

c) Her gerekli yerde Efendimiz’e salavat getirmek onun tebliÄŸ ettiÄŸi dine mensubiyeti ve sürekliliÄŸi ifade eder, varlıkta güvenlik telkin eden sapasaÄŸlam bir aidiyet duygusunu kazandırır ki, bu mensubiyet ve aidiyet bir yandan dünyevi manada evrensel/cihanÅŸümuldür –çünkü dünyanın her bölgesindeki Müslümanlar salavatla Efendimiz’e ve davasına aidiyetlerini dile getirirler-, diÄŸer yandan uhrevi bakımdan ebediyete bakar. Selam ve salavat, hem her seferinde bize Efendimiz’i ve davasını hatırlatır, hem bizi bu dünya arenasında Efendimiz’in sünnet ve siretiyle elimizden tutmasının, bizim onunla baÄŸ kurmamızın duası, temennisi ve teyidi anlamına gelir.

Bu manada “salat” ile “salavat” arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Sorun ÅŸu ki, Müslümanlar “salat”ı bir kenara bırakıp bir ritüele çevirdikleri “salavatlar”la yetinmekte, dinlerine pratik hayatlarında sahip çıkmadan çeÅŸitli ritüellerle görevlerini yerine getirdiklerini düÅŸünmektedirler. (Bkz. 2/Bakara, 157; 19/Meryem, 84, 103.)

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Buharide yer alan bir kayda göre, ona nasıl salat ve selam getirleceÄŸini bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) öÄŸretmiÅŸ bulunmaktadır: “Sallallahü aleyhi ve sellim” veya “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âlihi ve sahibihi ve bârik ve sellim.” (Bkz. Buhari, Enbiya, 10.) 

Bu bilgiler ışığında Hz. Peygamber (s.a.)’in nasıl oluyor da kendi kendine “salat ve selam okuduÄŸu” meselesine gelelim. Önce ÅŸunu belirtmek gerekir: Bu baÄŸlamda “iki Muhammed” söz konusudur. Biri vahyin nüzulundan önce ve nüzulu sırasında diÄŸer Mekkeliler gibi olan, Abdullah ve Emine’den doÄŸma Muhammed. Bu Muhammed’in diÄŸerlerinden beÅŸeri sıfatlar yönünden herhangi bir farkı yoktur. Kur’an’da da belirtildiÄŸi üzere bir beÅŸerdi; yer içer, iÅŸ yapar, yazın sıcağından, kışın soÄŸuÄŸundan etkilenir, hastalanır, arzu eder vs. Efendi, kibar, nazik, iyi huylu, edebli, dürüst, güvenilir bir insandı. OlaÄŸanüstü, tabiat yasalarını yerinden oynatacak herhangi bir özelliÄŸi, gücü, yeteneÄŸi veya teÅŸebbüsü görülmemiÅŸti. Ancak içinde yaÅŸadığı toplumun adaletsiz, ahlaksız ve sorumsuz olduÄŸunu, hemÅŸehrilerinin hayata yüksek bir anlam yüklemediklerini, zayıfların ezildiÄŸini, tabakalar arasında muazzam bir eÅŸitsizlik ve ayrımcılık olduÄŸunu görüp hanifçe duygularla onların hayat tarzından uzak yaÅŸamaya, ara sıra tenha yerlere, Hira adı verilen bir maÄŸaraya çekilip tefekkür ediyordu. Kendince de bir çıkış yolu bulamıyordu (93/Duha, 7).

Birgün ilk Muhammed’e vahiy geldi. Fussilet suresi 6. ayet bu olayı ÅŸöyle anlatır: “De ki: “Ben ancak benzeriniz olan bir beÅŸerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduÄŸu vahyolunuyor.”

Bu ayette iki Muhammed söz konusu:

a) Allah karşısında sorumlu ve diğerleri gibi beşer-insan olan Muhammed,

b) vahiy alan Muhammed.

Ä°lk Muhammed’in sorumluluÄŸu ikinci Muhammed’e iman etmesi, ona gelen vahyi tasdik etmesidir. Bunu da Bakara suresi 285. ayetten izleyelim:

“Elçi, kendisine Rabbinden indirilene imân etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. “O’nun elçileri arasında hiç birini (diÄŸerlerinden) ayırdetmeyiz. Ä°ÅŸittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler.”

Bu ayette en dikkat çekici nokta vahiy alan Hz. Peygamber (s.a.)’in öncelikle kendine, yani aldığı vahiye ve bir “elçi” olarak ilahi mesajı insanlara iletmek üzere gönderildiÄŸine inanmasından söz edilmektedir. Müfessirler bunun “tasdik-doÄŸrulama” olduÄŸunu söylüyorsa da, tasdikin imandan ayrı olmadığını biliyoruz. Sünni bilginlere göre iman, “kalb ile tasdik, dil ikrar” olarak tanımlanmıştır. Mürcie ameli imandan ayırırken, Hariciler ameli imanın bir parçası saymış, bu yüzden büyük günah iÅŸleyenin tövbe etmemesi durumunda cehennemde ebediyen azap göreceÄŸini söylemiÅŸlerdir.

Bu ayette tasdiki içine almakla beraber, ötesine geçen bir anlam olduÄŸunu söylemek mümkündür. Ayetin iç anlam dünyasına girildiÄŸinde, Hz. Peygamber’in tabiri caizse sanki iki kiÅŸiliÄŸinden söz edildiÄŸi hissi uyanıyor: Biri, herhangi bir insan gibi adı “Muhammed” olan, ilahi emirlere muhatap herhangi bir Mekkeli, bir dünyalı. Peygamberlik kendisine deÄŸil de bir baÅŸkasına gelecek olsaydı onun da diÄŸer insanlar gibi gelen peygambere inanması, biat etmesi gerekirdi. DiÄŸer kiÅŸilik profili Nübüvvet’le ilgili olup, burada sözü edilen herhangi bir Mekkeli veya dünyalı deÄŸil, Nebi ve Resul olan Hz. Muhammet (s.a.)’tir. Åžu halde ayet, herhangi bir Mekkeli ve dünyalı olan Muhammed’in, Nebi ve Resul olan Hz. Muhammed (s.a.)’e iman etmesi istendiÄŸini belirtmektedir. Bunun önemli olduÄŸunu söylemek lazım. Çünkü sıradan insanlar için de söz konusu olsa, kiÅŸi üstlendiÄŸi görevin anlam ve amacına inanmayacak, görevinin misyon ve fonksiyonlarını içselleÅŸtirmeyecek olursa baÅŸarılı olamaz. Bu tutarlılık, samimiyet ve muhatapları etkileme açısından önemlidir.

Hz. Muhammet (s.a.)’e verilen emir yerine getirilmiÅŸtir. Yani kendisine gelen, peygamberlik misyonuna inanmıştır. Arkasından diÄŸer mü’minler de bu inancı teyit etmiÅŸ bulunmaktadırlar. Tümü yani Hz. Peygamber ve mü’minler sırasıyla Allah’a (varlığına ve birliÄŸine), meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandıklarını dilleriyle ikrar edip herkese deklare etmiÅŸlerdir.

Sıralama dikkat çekicidir: Önce “Allah’a iman” gelmektedir. Varlık aleminin merkezinde Allah inancı (Tevhid) olduÄŸu gibi, imanın da merkezinde Allah’ın varlığı ve birliÄŸi fikri vardır. Arkasından “meleklere iman” gelmektedir. Çünkü Allah, hem varlık alemini melekleri istihdam ederek yönetmekte (Nun-u azame ile bu ifade edilir: Nahnu/Biz), hem insanla melek aracılığıyla konuÅŸmaktadır. Sonra “kitaplara iman” gelmektedir. Melekler vahiyleri (sahife ve kitapları) getirmektedirler. Sonra “elçilere iman” gelmektedir ki, Allah’tan melekler aracılığıyla kitapları (ve sahifeleri/suhuf) alan peygamberler (Nebiler ve Resuller), aldıkları vahiyi insanlara tebliÄŸ etmektedirler. Amentü’nün diÄŸer iki hakikati, yani “ölümden sonra diriliÅŸ/ahiret” ile bütün varlık alemi gibi insan hayatının da Allah’ın kudret eli altında bulunması bununla ilintilidir.

Belki sadece Müslümanlara özgü olmak üzere, bir dinin temel prensipleri ve imanının zemini bakımından “peygamberler arasında ayırım” yapılmaz. Allah’ın mutlak deÄŸil, izafi olarak “Peygamberleri birbirine üstün tutar” (2/Bakara, 253). Ancak burada da açıkça teyit edildiÄŸi üzere, bu bizim peygamberler arasında ayırım yapmamızı gerektirmez (2/Bakara, 136 ve 3/Al-i Ä°mran, 84). Bizim için hepsi Allah’ın kutlu elçileridir. Hangi kavim, bölge veya renkten oldukları veya hangi tarihsel zamanda gönderildikleri önemli deÄŸildir. Aralarında üstünlük mukayesesi yapılacaksa, bu bizim yetkimiz dahilinde deÄŸildir. Bu üstünlüÄŸü yapan, onları birer elçi olarak gönderen ÅŸanı yüce olan Allah’tır.

Ä°ÅŸte bu saÄŸlam amentü zemininde mü’minler, önceki ayetle baÄŸlantılı olarak teslimiyetlerini ÅŸu dua ile dile getirmektedirler: “Ä°ÅŸittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler.“

Yukarıdaki ayette, sahabeler, kaygılarını dile getirirlerken, Hz. Peygamber (s.a), “Siz de diÄŸer iki kitap ehli gibi mi yapacaksınız?” demiÅŸti. Bu ayette, sahih inancın çerçevesi ve muhtevası belirtildikten sonra, mü’minlerin yaptığı ve elbette yapmaları gereken dua öÄŸretilir: “Ä°ÅŸittik ve itaat ettik.” Bu hiç ÅŸüphesiz, gelen vahiylerin üzerinde tefekkür edilmeden, hüküm ve hikmetleri üzerinde derinlemesine düÅŸünülmeden öngörülen bir inanç ve teslimiyet, aklın fonksiyonlarını iptal eden bir kabul deÄŸildir. Aksine, herkes kendi kapasitesi, gücü ve imkanları nispetinde Allah’tan gelen vahiyler üzerinde tefekkür etmeli, tahkiki imana ulaÅŸmak için gayret sarf etmeli; ancak gücü ve imkanları yoksa güvendiÄŸi muteber bilgin, mürÅŸid ve müçtehitleri takip etmelidir.

Sonuç itibariyle namazda Hz. Peygamber’e okunan salat ve selamın anlamı Hz. Peygamber’in davasının, ilahi mesajın her namazda teyid edilmesi, hatırda, bilinç seviyesinde tutulmasıdır. Dolayısıyla salat ve selam Hz. Peygamber’in beÅŸeri kiÅŸiliÄŸinden çok gelen vahyi, Ä°slam dininin ideallerini te’yiddir ki, bu teyidin muÅŸahhas temsilcisi Hz. Peygamber, Ehl-i beyti ve onun yolundan giden ashabıdır. Hatta mü’minler bu desteÄŸin baÅŸlangıç noktasının Hz. Ä°brahim ve Âl-i Ä°brahim olduÄŸunu da namazda teyid etmektedirler. Burada söz konusu olan yüceltilmiÅŸ, kutsallaÅŸtırılmış kiÅŸiler deÄŸil, ilahi mesaj, bu mesaja mü’minlerin verdiÄŸi, vermekle yükümlü olduÄŸu destektir. (Bkz. Kur’an Dersleri, I, 616; V, 477-478.)

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
https://www.facebook.com/rhvmimarlik/videos/557660301802778
Yazar Bilgisi

Ali  BULAÇ Ali BULAÇ h24habrgmail.com Tüm Yazıları

BENZER HABERLER