VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 23 April 2024 19:49:40

0 Yorum

Kez Okundu.

Müşriklere Karşı Tutum

 Müşriklere karşı tutum

H24/ Makale -Ali Bulaç

Nisan 23 Bundan önceki iki yazıda ana hatlarıyla “Müslümanların müslüman olmayanlara bakışı”nı ele aldım. Daha özel çerçevede dinlerine veya seküler öğretilerine göre “müşrikler” ve “Ehl-i kitap” kategorisinde toplananlara ilişkin tutumu ele almaya çalışacağım.

Bu yazımızın konusu müşrikler olacaktır.

Müşrik, Allah’a ortak koşan kimse olup “dinsiz” sayılmaz. Kafirun Suresinde açıkça belirtildiği üzere şirkin en azılı grubu olan Mekkeli müşriklere “din” izafe edilmekte ve herkesin “dini kendine” denmektedir. Esasında “küfür” genel şemsiyesi altında yer almayan dinsiz yoktur; kendini “din dışı veya dinsiz” beyan edenin de dini beyanıdır. Buna göre referansı şu veya bu olan herhangi bir düşünme, inanma ve yaşama biçimi dindir. Ateist, agnostik veya deistin de takip ettiği bir düşünme, bir inanma veya bir yaşama biçimi vardır.

Bugün yaşadığımız dünyada Mekkeli müşriklere karşılık olan çok sayıda inanç grubu var. Müşrikler, Tanrı’nın varlığına inanıyorlarken vahyi, Nübuvvet veya Risalet’i red ediyorlardı (29/Ankebut, 61). Vahyi veya Nübuvveti reddeden her inanç grubu müşrik kategorisine girer ki, bugün bunların tamı tamına karşılıkları “deistler”dir.

Önceki yazıda hem Kur’an-ı Kerim’in (49/Hucurat, 14), hem Hz. Peygamber (s.a.)’in müşrikleri “Mekkeli muharipler” ve “Medineli muhaidler” olmak üzere ikiye ayırdıklarını gördük. Buna rağmen müslümanların müşrikleri gördükleri –veya güç yetirdikleri- her yerde öldürebileceklerine dair yaygın bir görüş var. Bu görüşü öne sürenlerin gösterdikleri delil Tevbe (9) suresi 5. Ayettir. İslam’ın gayromüslimlere şu veya bu şekilde hayat hakkı tanımadığını öne sürenlere göre, güçleri yettiği takdirde müslümanlar kendileri gibi inanmayanları buldukları yerde öldürürler. Geçen senelerde epey kitabı olan bir ilahiyatçı söz konusu ayetin “vahiy eseri” olmayacağını, behemhal bu cümlenin Kur’an’dan çıkarılması gerektiğini söylemişti.

Kur’an’ı Kerim’i lafzi (literal) okuyup, hüküm belirten ayetleri siyak ve sıbakından (öncesinden ve sonrasından) kopuk ve sebeb-i nüzul’u, hükmün vaz’edildiği vasatı göz önüne almadan okuyan bazı Selefi gruplar, bu ayete dayanarak İslam dininin müşrikler hakkındaki geçerli hükmün ölüm cezası olduğunu savunmaktadırlar. Şairliği tefekkürünün önnüde olan bir başka yazara göre ateistlerin, yahudilerin ve eşcinsellerin kanı helaldir, bu görüşünü bir televizyon programında açıkça dile getiren bu şaire göre Alevilerin de Sünni olmaktan başka seçenekleri yoktur,

Hal böyle olunca konuya yakından bakmak zarureti hasıl olur. Önce birbiriyle ilintili iki ayete bakalım;

“4.Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan (antlaşmadan) bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever. 5. Haram aylar (süre tanınmış dört ay) bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açın. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (9/Tevbe, 4-5.)

Tevbe suresinin girişinden açkıça anlaşıldığı üzere savaş halinin ortaya çıkmış olması dolayısıyla her ne kadar Allah’a ortak koşanlarla her türlü diplomatik ilişki kesilmişse de, anlaşmalı müşrikler bunların dışında tutulmuştur. Bunlarda aranan vasıflar, önceki yazılarımızda gördüğümüz üzere anlaşma şartlarına sadık kalmaları, Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmamalarıdır. Bu özellikleri dolayısıyla anlaşma süreleri doluncaya kadar güvende olacaklardır. Müslümanlar, şartlara riayet ettiği halde, müşriklerin aleyhinde anlaşmayı bozmaya kalkışacak olurlarsa, takvaya uygun hareket etmiş olmayacaklardır. İslam’da aslolan anlaşmalara sadakattir: “Akitlerinizi yerine getirin.” (5/Maide, 1. Bkz. 17/İsra, 34; Mü’min, 8.). Karşı taraf ihanet etmedikçe veya anlaşma süresi tamamlanmadıkça anlaşmalar şartlarına uygun devam eder, gerekleri yerine getirilir. (Bkz. 4/Nisa, 90.)

İbn-i Abbas’tan gelen bir bilgiye göre, bundan sonra anlaşma süresi uzun olan tek bir grup vardı, bunlar da Kinane oğullarından Beni Bekir kabilesinin bir kolu ve Damraoğulları’ydı, bazılarının iddiasına göre ayet indiğinde anlaşmalarının bitimine 9 ay vardı. Bu tarihten sonra Arap yarımadasında müşrik kalmadı. Fakat Taberi’nin verdiği bilgilerden hareket edildiğinde, bu sürenin 9 ay değil, 7 sene olması lazım gelirdi, çünkü Hudeybiye anlaşması Hicretin 6. yılında imzalanmıştı.

Hükme göre dört ayın bitiminde müşrikler sıkı bir biçimde takip edilecek ya teslim olacaklar ya Arap yarımadasını terkedecekler veya savaşı göze alacaklar. Bunun ağır bir hüküm olduğu açıktır ancak üzerinde önemle durulmaktadır. Buna yol açan sebep Hz. İbrahim’in temellerini bulup oğlu İsmail’le yükselttiği Allah’ın Evi Kâbe’nin putlardan ve putçuluktan tamamen arındırılması, buna yol açacak her türlü tehlike ve ihtimale karşı korunmasıdır. İkinci önemli sebep, şirk “en büyük zulümdür” (31/Lukman, 13) ve bizatihi kendisi pislik (neces)tir (9/28). Müşrikler, Müslümanlar gibi bedenen taharet almadıkları gibi ruhsal olarak kirlidirler. Kâ’be ve Haram Bölge, kutsalın kesafet kazandığı özel topraklardır, buralarda hiçbir kirin ve pisliğin olmaması lazım, kutsal her türden kirden ve pislikten arındırılmış demektir. Haram Bölge dışında Müslümanlarla savaş halinde olmayan kimselerin gezip dolaşabilirler ama onlara kesin olarak yasaklanan bölge Haram Bölgedir.

Bu da bize gösteriyor ki, Kâ’be ve Haram Bölge’ye Müslümanlardan başka kimselere girme yasağının getirilmesi tümüyle illetine bağlı tarihsel bir hüküm değildir, putçuluk tehlikesi tarihsel ise de, hükmün evrensel yönü, şirk ve şirkin devam etmesidir. Allah’ın varlığını tanıyıp da Hz. Peygamber’in Risaletini tanımayan (deistler), onun tebliğ ettiği Şeriat’ın geçersizliğini savunan veya dini, hayatın çeşitli alanlarından, toplumsal ve kamusal alanlardan uzak tutmak isteyenler –dinin bir bölümünü kabul edip bir bölümünü iptal edenler- bu tanıma girerler. Bu özelliğiyle şirk 7. yüzyılın ilk yarısında Arap yarımadasında veya Mekke’de gözlenen tarihsel bir kategori değil, evrensel bir kategoridir. Kıyamete kadar şirk ve müşrik olacaktır.

Fakat olayın siyasi, sosyal ve askeri boyutu da vardır. Müşrikler, eski cahiliye düzenin mücadelesini veriyorlardı. İslamiyet, farklı topluluklar arasında rızaya dayalı sözleşme imzalama teamülünü, kanun hakimiyetini, yol emniyetini, ticari ve ekonomik faaliyeti ilkesini getirdi. Müşrikler ise, eskiden olduğu gibi kabile savaşlarını, kan davalarını tahrik edip güçsüz kabileleri yağmalama, çapulculuk yapma adetlerinden vazgeçmiyorlardı. Hz. Peygamber, Arap yarımadasını işte bunlardan temizlemeyi murad etmişti. Bu çerçevede Hanefi fakih Cassas, bu hükmün Arap müşrikleriyle ilgili olduğunu söyler.

Burada zikri geçen “haram aylar”ın Arapların bildiği haram dört ay mı, yoksa müşriklere tanınan süre mi konusunda iki görüş var. Kimileri bilinen haram aylar olduğuna kail olmuşsa da, Beyzavi ve daha birçok müfessir, müşriklere tanınan dört ay olduğunu söylemişlerdir.

Anlaşmayı bozan müşriklere dört ay mühlet tanınması önemlidir. Bu süre içinde müşrikler düşünme, kendilerini kritik etme fırsatını bulabilir, yaptıklarından pişman olabilir veya düşmanlıklarında ısrar edecek olurlarsa başka bir yere gidebilirler. Buna yanaşmadıkları takdirde kendileriyle savaş hali ortaya çıkacak, bulundukları yerde kendileriyle savaşılacak, kuşatma altına alınacak, tutuklanacak, yolları kesilecek veya öldürüleceklerdir. Bu, savaş halinin yani sıcak çatışmanın gerektirdiği hallerdir. Elmalılı, kendileriyle savaş halinde olan müşriklerin mutlaka öldürülmelerinin şart olmadığını, imkân dâhilinde ise esir alınabileceklerini belirtmektedir.

Şunun altını çizmekte zaruret var: Bu bağlamda sözü geçen müşrikler “mutlak manada müşrik” değil, Müslümanlarla anlaşmalı iken anlaşmasını bozan veya anlaşma süresi dolup savaş halinde olan ya da cahiliyede olduğu gibi çapulculuk, yağma ve baskınlar düzenleyerek yaşama arzusunda olan anlaşmaya-sözleşmeye yanaşmayan kimseler, kısaca düşman taraftır. Sûrenin isminden de (Berae) anlaşıldığı üzere bu “savaş halinin ilanı”dır. Tabii olarak savaş meydanında ve savaş zamanında düşman bulunduğu yerde öldürülür; bu bir komutanın savaş meydanında cephedeki askerlerine “Ateş!” emrini vermesi gibidir.

Bazı alimler –mesela Suyuti– adına “kılıç ayeti” verdikleri bu ayetin, müşriklerle her türden anlaşmaya cevaz veren ayetleri neshettiğini, dolayısıyla müşriklerle barış içinde yaşamanın mümkün olmadığını, nerede görülürse öldürülmeleri gerektiğine kail olmuşlardır ki, söz konusu ayet kümesinden bu hükmün istihraç edilmesi tamamen yanlıştır, tarihi uygulama da bu yönde olmamıştır. Kimse soyut inkârı veya inançsızlığı dolayısıyla öldürülemez; savaşa sebep, müşrik veya başka dinden olsun, kimselerin Müslümanları dinlerinden dolayı öldürmeye, onları yurtlarından tehcir ettirmeye kalkışması ve düşmanlarıyla aleyhlerinde olmak üzere ittifak kurmasıdır (60/Mümtehine, 8). Tabii ki Müslümanlara savaş açanlarla savaşılır; savaşa verilen cevaza rağmen aşırıya gidilmez, mesela orantısız güç kullanılmaz, siviller hedef alınmaz ve eğer düşman anlaşmaya eğilim gösteriyorsa, savaş devam ettirilmez, anlaşma yapılır (2/Bakara, 190-192; 4/Nisa, 88-91). 5. ayette “Eğer tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açın” buyrulmaktadır. Savaş halinde olan müşrikler şayet yapıp ettiklerinden pişmanlık duyup da tutumlarından vazgeçecek olurlarsa, hiç değilse İslam’ın zahiri hükümlerini ve yükümlülüklerini yerine getirecek olurlarsa serbest kalacak, kendi hallerine bırakılacaklardır. İç dünyalarında nelerin olup bittiğini Allah’tan başka kimse bilemez, yüce Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Şu halde ayeti nüzul sebebinden, siyak ve sıbakından ve ihtiva ettiği hükmün illetinden tecrit ederek “müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” hükmü mutlak değil, diplomatik ilişkilerin, müzekerelerin kesilip savaş durumunun ortaya çıktığı durumla kayıtlıdır.

2. Tevbe suresinin ilk dört ayeti dışında muharip olmayan müşriklere karşı asli tutumun mutlak savaş veya canlarına kast olmadığını destekleyen çok sayede ayet var. Bunlardan bir kısmını açıklamalarıyla aşağıya alıyoruz:

“90.Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (4/Nisa, 90)

Ayetlerin indiği tarihsel ortamda hicret etmeyenler, dolaylı olarak düşman tarafında yer aldıkları mesajını vermiş oluyorlardı. Başka görüşe göre burada söz konusu olanlar Uhud savaşına katılması gerekirken, son anda savaş mahallini terkeden 300 kişilik münafıklar grubuyla ilgilidir. Bu pozisyonda olanlarla artık dost gibi davranılamazdı: “Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutunuz ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı.” (4/Nisa, 89.)

Münafık, Allah’ın ve Müslümanların gizli düşmanıdır, zararı sadece kendine değil, başkalarına da dokunur. “Allah’ın ve Müslümanların düşmanlarıyla ilişkileri kesmek gerekir” (60/Mümtehine, 1). Bunlar düşman safında yer alan kimselerdir. M. Reşid Rıza, bu grubun önceden İslam’a girip sonra çıkan mürtedler olduğunu söyler. Bundan hareketle de, kendileri İslam’a ve Müslümanlara karşı savaş açmadıkça onlara dokunulmaz. Reşid Rıza’ya göre bu ayet, savaşçı olmadığı müddetçe mürtedlere dokunulmayacağına ilişkin de bir delildir.

Mümtehine sûresinde (60/8-9) iki insan grubuna işaret edildiğini belirtmiştik: Biri, Müslümanların din ve vicdan özgürlüğünü tanıyan, onlarla dinlerinden ve hayat tarzlarından dolayı savaşmayan; onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla işbirliği kurmayanlar (muahidler); diğeri bunun aksi pozisyonda olanlar (muharipler). Burada ise üç tür insan grubundan söz edilmektedir:

a) Düşman gruplar (muharipler),

b) Anlaşmalılar (muahidler),

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

c) Tarafsızlar.

Resulüllah, Yuhadileri Medine içinde yaşayanlar ile banliyolarda yaşayanlar olmak üzere iki ayrı kategoride ele aldı. Banliyoda yaşayan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza, zaman içinde imzaladıkları anlaşmayı ihlal ettikleri için cezalandırıldılar ama Medine Yahudileri anlaşmaya sadık kaldıklarında onlara dokunulmadı, hatta Hayber seferine (H. 7/M. 629) bir grup Yahudi kendi dindaşları aleyhinde Hz. Peygamber’in ordusunda sefere katıldı ve ganimetten pay aldılar.

Hz. Peygamber müşrikleri de üç gruba ayırmıştı: a) Mekkeli müşrikler ki bunlar muharip olup İslam’ın düşmanlarıdır b) Medineli müşrikler: Bunların içinde münafıklar olsa bile anlaşma şartlarına riayet ediyorlardı, onlara hiç dokunulmadı c) Medine dışında yaşayıp Hz. Peygamberle anlaşma imzalayan irili ufaklı müşrik kabileler; bunlarla da saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. Aslında temel ayrım muahid ve muharip olmak üzere iki gruptur.

Düşman gruplarla savaş hali sürdükçe savaşılır ve savaşın gerekleri neyse o yapılır. Ayet, “savaş halinde olduğunuz kimseleri bulduğunuz yerde öldürün” demektedir. Elbette bu, kişinin şu veya bu dini inancı ve kimliğinden dolayı öldürülmesini emrettiği anlamına gelmez, savaş ortamında düşman olması hasebiyle öldürülür. İkinci grupta anlaşmalılar yer almaktadır. Anlaşmalılarla (muahidler) savaşılmayacağı açıktır. Bunlar hangi dinden olursa olsun, farketmez, puta tapıcı müşrik olsalar bile (Bkz. 9/Tevbe, 4). Eski Arap geleneğine göre, bir kabile anlaşmalı olduğu kabilenin hükümlerine tabii olurdu, çünkü o kabilenin mevlâsı idi. Yani onun gibi dost ve koruma altında kabul edilirdi. Koruyucu olan kabile kiminle anlaşma (hilf) akdetimişse, koruduğu kabile de anlaşmaya dahildir. Kur’an-ı Kerim, savaş ortamında olsa dahi, anlaşmalı kabileden olan kimselerin de koruma altında olduğunu belirtmektedir.

Anlaşmalı tarafa sığınanlar da koruma altına alınır, savaş hali var diye öldürülmezler. Bu gibi kimseler anlaşmalı tarafa sığınmayı düşündükleri gibi, Müslümanlara da sığınma yolunu tercih edebilirler. Hem Müslümanlarla hem kendi kabileleriyle savaşmak istemeyenler üçüncü grubu, yani “tarafsızlar bloku”nu oluştururlar ki, bunlar da savaşın dışında tutulur.

“Göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (hasiret suduruhum)“. “Hasr” konuşan kimsenin göğsünün daralması, zorluk çekmesi veya hayli uzun hurma ağaçlarının tepesinden hurma toplayanların çektiği zorluğa, göğüslerinin bu işten daralmasına denir.

Savaş dolayısıyla göğüslerini sıkıntı basanları “savaş karşıtları, vicdani retçiler” şeklinde anlamak mümkün mü? Bu uzak bir ihtimal değildir.

Herhangi adil ve haklı bir sebebe dayanmayan; sömürü, talan, ulusal/milli tahakküm ve işgalleri hedefleyen, üstelik milyonlarca sivilin ölümüne, yaralanmasına, yurdundan sürülmesine veya ana vatanında mülteci durumuna düşmesine sebebiyet veren savaşların eksik olmadığı bir dünyada her geçen gün savaş karşıtlarının sayısında artış olmakta, askerlik yapmak istemeyen, devletlerin olur olmaz politikaları yüzünden insan öldürmeyi reddeden vicdani retçiler seslerini daha çok duyurmaktadırlar. “Savaş yorgunu” insanlar da bu kategoride ele alınabilir.

Yüce Allah bu grupların tutumunun Müslümanların lehine bir takdiri olduğunu beyan eder, çünkü dileseydi kalplerine Müslümanlara karşı kin ve husumet duygularını eker, onlar da Müslümanlara karşı savaşırlardı. Belki de Allah, Müslümanların düşmanlarının sayısını ve gücünü azaltmak için bu takdiri yapmış, böylece Müslümanlara lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Durum böyle iken, Müslümanların gereksiz yere cepheyi genişletmeleri, düşmanlarının sayısını arttırma yoluna gitmeleri akıllıca olmaz. Madem ilahi takdir böyle tecelli etmiştir, Müslümanlar da tarafsız kalmak isteyen gayrimüslimlere dokunmamalı, onlara zarar vermemelidir, çünkü Allah onların aleyhine bir yol vermemiştir.

“Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil’ kıldık.” (4/Nisa, 91).

Müfessirlere göre bunlar Esed ve Gatafan kabileleriydi ki, tipik bir fırsatçılığı, ikili oynamayı temsil ederlerdi. Bir tür denge politikası takip edip Müslümanlarla putatapıcılar arasında kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Tabii ki amaçları sadece kendi güvenliklerini korumaktı, oysa çatışma iki kabilenin çıkar hesaplaşmasından kaynaklanmıyordu; çatışma hak ile batıl, adalet ile zulüm, iyilik ile kötülük arasında sürüyordu ve böyle bir durumda suya sabuna dokunmadan, her iki tarafı idare etmeye çalışmak ahlaki bir tutum olamazdı. Açıkça tarafsız olduklarını ilan edecek olurlarsa, yukarıda belirtildiği üzere üçüncü bir kategori oluştururlar ve bu anlaşılabilir bir durum olurdu. Ama bunların yaptığı her iki guruba kendilerindenmiş gibi görünmeleri, ikili oynamalarıydı. Medine’ye geldiklerinde Müslümanlarla anlaşma imzalar, kavimlerine döndüklerinde onlarla birlikte hareket eder, anlaşmalarını bir kenara iterlerdi. Böylelerine güvenilmez, savaş hali kimseler olarak muamele görürler; yola getirilinceye kadar onlarla savaşmak gerekir.

Bu ayetin günümüze bakan yüzünde şu hükümlerin ortaya çıktığını söylememiz mümkün: Bir müslüman topluluk, müslümanlara düşman bir toplulukla savaşıyorsa, diğer müslüman topluluklar tarafsız konumda pozisyon alamazlar; müslüman tarafında yer alma mecburiyetleri vardır; müslümanlara karşı savaş açanlara askeri, ticari, ekonomik ve diplomatik destek ve yardımda bulunmak ise büsbütün haramdır.

“Eğer müşriklerden biri senden ’eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir.” (9/Tevbe, 6)

Eman: Sığınma hakkı, can ve mal güvenliği, himaye-koruma talebidir. Ayet, çağımıza bakan yüzüyle kendi yurtlarında zor duruma düşmüş, öldürülme veya haksız yere hapsedilme tehdidiyle yüzyüze gelmiş ya da büyük bir tabii afete, ekolojik felakete maruz kalmış kimselerin/mültecilerin –ki bunlar gayrı müslim de olabilir- Müslümanlardan eman, sığınma talep etmeleri veya Müslümanların yurduna iltica etmeleri durumunda onlara sığınma hakkı tanınacağı, yabancı düşmanlığı yapan ırkçılara karşı korunacağı, genel anlamıyla bir coğrafi bölgenin kapasitesi (istiab haddi) her ne kadar ise o oranda mülteci kabul edeceği, bunun temel bir vecibe olduğunu anlatmaktadır.

Ayet, eman istemeye sebep olarak “Allah’ın sözünü dinleme”yi göstermiş bulunmaktadır (Bkz. 2/Bakara, 75). Bundan müşriklerin veya daha genel ifade ile gayrı müslimlerin tümünün yekpare olmadığını anlıyoruz. İçlerinde maksadı husumet olmayıp dinin hakikatleri konusunda tereddüt içinde olanlar olabilir; bunlar din hakkında daha etraflı bilgi ve fikir sahibi olmak isteyebilirler. Yukarıda belirtildiği üzere bir kimse inanmıyor ve Müslümanlarla arasında herhangi bir anlaşma yok diye öldürülmez. Böyle kimseler İslam ve Müslümanlar hakkında bilgi sahibi olmak istiyorlarsa, onlara gerekli güvence verilir, kolaylık gösterilir. Bu kimseler gerekli tebliğ, tanıtım ve bilgilendirme yapıldıktan sonra, onları kendi vicdani kanaatiyle başbaşa bırakmak lazım. Dilerlerse inanır, dilemezlerse eski inançlarında devam ederler (18/Kehf, 29), yine güvenlik içinde geldikleri yere gitmeleri sağlanır.

Bu da Müslümanların dinin gerçeklerini başkalarına anlatma, doğru tebliğ yapma gibi asli görevlerinin olduğu hususuna işaret etmektedir. Bunun yanı sıra İslam bilginlerine göre, ticari veya turistik amaçlarla İslam yurduna gelenlerin de benzer şeklide güvenlikleri sağlanır. Aslolan din ve vicdan özgürlüğünün korunması, husumet ve düşmanlığın olmadığı karşılıklı anlayış, ortak çıkar, işbirliği ve iyi ilişkilerin tesis edilip sürmesidir.

“Gerçek şu ki, imân edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İmân edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir. “(8/Enfal, 72)

Enfal sûresinin 72. ayetinde mü’minlerin üç ayrı tipolojisi çizilmektedir:

a) İman edenler, hicret edenler ve malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler yani Mekkeli Muhacirler;

b) Hicret etmek zorunda kalanları barındıranlar yani Medineli Ensar;

c) Şu veya bu sebepten dolayı inandığı halde bulunduğu yerde kalıp hicret etmeyenler yani Mekke’deki Müslüman azınlık.

Belirgin olarak ve övgüye değer olanlar ilk iki grupta yer alanlardır. Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensar tarih boyunca ve kıyamete kadar sürecek zamanlar için Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği örnek tipolojilerdir. Bu iki insan grubu birbirinin velisi, dostu, yardımcısı, kardeşi ve yoldaşıdırlar (9/Tevbe, 100; 59/Haşir, 8-9). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) bu çerçevede aralarında kardeşlik sözleşmesi (Muahat) akdetmiş, onları –mahrem alanın paylaşılması hariç- her konuda birbirine ortak etmiş, mirasta bile pay sahibi kılmıştır.

Diğer yandan mü’minlerin Mekkeli-Medineli olsun, birbirlerine olan siyasi bağlılıklarının iman ve İslam üzere şekillendiğini belirtmektedir. Müslüman ancak başka Müslümanın velayetini, siyasi ve idari hâkimiyetini kabul eder. Muhacirler ve Ensar, Medine’de siyasi birlik kurdular, böylelikle birbirlerine veli oldular, hicret etmeyip İslam siyasi birliğine katılmayanlar söz konusu velayetten pay sahibi değildirler.

Son dini tebliğ olan İslam’ın doğuşu, gelişmesi ve güçlü bir iktidar olarak çıkmasının asli güzergâhı “iman, hicret ve cihat”tır (8/Enfal, 74). İlk Müslümanlar bu güzergâhı takip ettiler; önce iman ettiler, sonra hicret ettiler ve arkasından cihad edip zafere kavuştular. Mekke’de iman ettiği halde hicret etmeyenler –ki genellikle bunlar zayıf kimselerdi-, ilke olarak Müslümanların onlara karşı herhangi bir sorumlulukları –velayet yani siyasi yükümlülükleri- bulunmamaktadır. (Bu gruptaki insanlarla ilgili bkz. 4/Nisa, 75, 97-99; Fetih, 25.) Onlardan beklenen fırsatını ilk bulduklarında hicret etmeleridir. Aksi halde azınlık halde yaşamaları dolayısıyla bizzarure bazı mahrumiyetlere katlanmak durumunda kalacaklardır. Nihayet “azınlık (ekalliyet)”, bir toplumdaki çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak durumunda olan dini, etnik veya siyasi gruba denir.

Buna rağmen din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde baskı altında yaşıyorlarsa, dinlerinden dolayı zulüm görüyorlarsa ve Müslümanlardan yardım talep ediyorlarsa –imkânlar ölçüsünde- onlara yardım edilir. Fakat azınlıkta olan söz konusu Müslümanların hâkimiyetleri altında yaşadıkları ülke yönetiminin Müslümanlarla bir anlaşmasının, saldırmazlık paktının olmaması şartı aranır. Eğer arada özel hükümleri belli bir anlaşma varsa, azınlıktaki Müslümanlara yardım edilmez. 72. Ayet anlaşmaya aykırı olarak Müslüman kamu otoritesinin Müslümanlara yardım etmeyi yasaklamaktadır: “Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil.” Bu da, Müslümanların, hangi din ve inançtan olursa olsun, kendileriyle anlaşma yaptıkları kimseler konusundaki gerçek tutumları ve anlaşmalara olan manevi derin sadakatleri konusunda bir fikir verir. Kendi dindaşları aleyhinde olsa bile, anlaşmalılarla ilişki devam ettirilir. Övgüye değer bulunan Muhacirlerle Ensar gibi, birbirlerini her bakımdan koruyup kollayan mü’min gruplardır. Ali Bulaç © 2024. E-posta ayarlarınızı yönetin veya aboneliğinizi iptal edin. WordPress.com ve Jetpack Logoları Jetpack uygulamasını edinin Tek bir uygulamadan abone olun, yer imi ekleyin ve eşzamanlı bildirimler alın! Google Play'den Jetpack'i indirin App Store'dan Jetpack'i indirin WordPress.com Logosu ve Filigranı title= Automattic, Inc. - 60 29th St. #343, San Francisco, CA 94110

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER