VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 29 September 2023 01:18:23

0 Yorum

Kez Okundu.

Kant’ın İman Anlayışı

KANT'IN İMAN ANLAYIŞI

1804 yılında vefat eden Avrupa'nın en büyük filozoflarından Immanuel Kant'ın doktora diplomasının üstüne kendi el yazısıyla yazdığı belirtilen besmele, Kant acaba İslam'dan etkilendi mi sorusunu gündeme getirmesinden çok, son yüz yılın neredeyse bütün feylesoflarının Alman kökenli olması dikkat çekici bir durumu arz ediyor.

Üzerinde besmele bulunan diploma, Alman ilim müzesinde bulunuyor. Kant'ın hayat hikayesini yazanlar, onun İslam alimlerinden İmam-ı Gazâli, İbni Rüşd, İbni Sina ve Muhyiddin-i Arabi'nin tesirinde kaldığını ifade ediyorlar.

Uzmanlar, Kant'ın kütüphanesinde Müslüman alimlerin birçok eserinin de bulunduğunun altını çiziyorlar. Kant'ın özellikle Müslüman mantık ve felsefe alimlerinin kitaplarındaki "heyulani akıl", "bilfiil akıl", "Fa'al akıl" ve "el-akl el-müstefad" gibi tartışmalardan çok etkilendiği gözlemleniyor. "İsa Tanrı ülkesini yeryüzüne yaklaştırmıştır.

Ama yanlış anlaşılmıştır ve Tanrı'nın ülkesi yerine, rahiplerin ülkesi kurulmuştur içimizde" diye eleştiride bulunan Kant, " Müslümanların savrulması konusunun da ipuçlarını veriyor

Aslında. Sırf inanışlar ve törenler, dinin bir deneyi olarak ahlâksal mükemmelliğin üstüne çıkmaya kalktı mı, din kaybolmuş demektir" diye de görüşlerini açıklamıştır. Kant, aklın kritiğinin yapılması ve sınırlanması gerektiği kanaatindedir; çünkü ancak bu sayede evrensel bilginin imkanı, kaynağı ve sınırları tespit edilebilecektir.

Bu nedenle “Salt Aklın Eleştirisi”nde bilginin kaynağı, sınırları ve metafiziğin imkanı üzerinde durmuştur. Kant, aklın kullanımını teorik ve pratik olarak ayırmakla birlikte teorik aklı, pratik akla tâbi kılmıştır. Pratik akıl, teorik akıl karşısında bir üstünlüğe ve önceliğe sahip olduğundan haklı olarak ona etki eder. Kant’a göre, bir şeyi doğru sayma anlama yetisinde gerçekleşen bir olaydır.

Doğru saymanın, objektif temeller üzerine dayanıyor olması gerekmekle birlikte, yargıda bulunanın zihninde subjektif nedenlerinin de bulunması gerekir. Buradan hareketle filozof objektif temeller üzerine dayanan, yani objektif yeterliliğe sahip olan yargıları kanaat diye isimlendirmiştir. Dayanağı sadece öznenin kendine özgü karakterinde bulunan yargıları ise kanma olarak adlandırmıştır. Kanma, salt bir illüzyondur; yargının dayanağı sadece öznenin kendisinde bulunmasına rağmen objektif addedilmiştir. Ancak bu tür bir yargının sadece kişisel geçerliliği vardır.

Burada, bireysel farklıklara rağmen, tüm yargıların birbiriyle uyum içinde olmalarının nesne ile uygunluk içinde olmaları ortak zemininden kaynaklandığı varsayımı ortaya çıkar ki, böylece yargının doğruluğu kanıtlanmış olur. Ancak özne, yargıyı sadece kendi zihninin bir fenomeni olarak gördüğü sürece, kanma kanaatten subjektif olarak ayırt edilemez. Kant, sadece kanaate sahip olabileceğimizi, yargımızın herkes için zorunlu olarak geçerli olduğu iddia edemeyeceğimizi belirtmiştir.

Zan, objektif açından olduğu kadar subjektif açıdan da yetersiz olduğunun bilincinde olunan doğru saymalardır. O halde salt matematikte zan saçmadır; çünkü burada ya bilmemiz ya da yargı oluşturmaktan kaçınmamız gerekir. Ahlak ilkeleri için de aynı şey geçerlidir, çünkü bir hareketin ona izin verildiği zannıyla değil de öyle olduğu bilindiği için yapılması gerekir. Objektif ve subjektif açıdan yetersiz olan yargılara zan denildiğine göre objektif ya da subjektif açıdan yeterli olan veya her iki açıdan da yeterli olan yargılara ne denilmektedir? Eğer bir yargı “subjektif olarak yeterli olup objektif açıdan yeterli görülmüyorsa buna inanç denir. Hem objektif hem de subjektif açıdan yeterli ise bilgi denir.”

İnanan kişinin yargısının objektif açıdan yetersiz olduğunun farkında olması mantıken zorunludur. Dolayısıyla iman subjektif kesinliğe sahip olup, bilginin taşıdığı objektif kesinlikten yoksundur.

Bu nedenle epistemik olarak imanın bilgiden daha kesin olduğunun söylenemeyeceği kanaatindeyiz.

Kant; bazı yerlerde inancı, güven anlamında da kullanmıştır. Bu bağlamda inanç, gücümüzün yettiği şeyleri yaptıktan sonra gücümüz dışında kalan şeyleri Tanrı’nın tamamlayacağına güvenme ve inanma anlamına gelmektedir. Manevi güvenin tek objesi; insanın salt ahlaklılığı, kutsallığıdır ve ahlaklılık şartı altındaki sonsuz mutluluğudur.

Güven anlamındaki inançta Tanrı’nın iradesine tam bir teslimiyet söz konusudur; öyle bir teslimiyet ki, Tanrı’dan bir şeyi dilemek bile hoş görülmemektedir. Ancak böyle bir durumda teist dinlerde önemli bir yeri olan dua kavramı gereksiz bir eylem haline gelmiş olacaktır.

Objektif açıdan yetersiz olması bakımından bilgiden, subjektif açıdan yeterli olması bakımından da zandan ayrılmaktadır. Kant’a göre, subjektif yeterliliğe sahip olan yargılarımız “algı yargıları”dır. Hem objektif hem de subjektif yeterliliğe sahip olan yargılarımız ise “deney yargıları”dır.

Şöyle ki; odanın sıcak, şekerin tatlı olduğu vb. algı yargıları tamamen subjektif yeterliliği olan yargılardır.

1) Pragmatik İnanç:

Kant’a göre, bir şeyi kendimize amaç edindiğimizde, ona ulaşmanın koşulları varsayımsal olarak bellidir.

2) Doktrinal-Kuramsal İnanç:

Kendisi hakkında herhangi bir eylem planı geliştiremediğimiz, bu nedenle yargımızın salt teorik olduğu bazı nesneler hakkında, yine de düşüncede bir şeyler tasarlayabilir, mümkün bir eylem planı geliştirebiliriz. Evrenin varlığını açıklarken onun bir Tanrı tarafından vücuda getirildiği varsayımı en güçlü açıklamalardan biri olarak karşımızda durmaktadır.

Tanrı’nın bizim tarafımızdan idrak edilmesi mümkün olmasa da şimdiye kadar bu varsayımını çürütecek kesin bir delil ortaya konulamamıştır.

Ahlaki-Pratik İnanç: Kant’a göre, ahlaki inanç diğer inanç türlerinden farklılık arz etmektedir. Eylem alanında mutlak zorunluluk vardır, yani her halükarda ahlak yasasına göre hareket etmek zorunludur. İnsanın yaşamı ahlaki umutsuzluğa karşı bir cevap niteliğinde olmalıdır.

Sonlu ve rasyonel varlığın böyle bir hayat yaşamasının tek şartı Tanrı’dır. Bu inanç, bilginin taşıdığı objektif yeterlilikten yoksun olmakla birlikte pratik açıdan zorunludur.46 Yani burada vahye dayanan bir güven değil de, aklın pratik kullanımından kaynaklanan bir zorunluluk söz konusudur.

Ahlak kanunun sebep olduğu bu inanç öylesine güçlüdür ki, hiçbir spekülatif zıt neden bu inancı ortadan kaldıracak güce sahip değildir. Ahlak kanunun bir öz tarafından sağlandığına inanmadan böyle bir ahlaki değere sahip olunması ve hissedilmesi imkânsızdır. Böyle bir durumda ahlaki eylemler salt bir zihniyetten hareketle değil de, amaçsızca yapılırdı. Örneğin insanlar şöhret ve zevk amacıyla iyilikte bulunurdu.

O halde ahlaki açıdan salt bir zihniyete sahip olmak, en yüce öze bağlı olduğumuzu düşünmeden mümkün değildir. Çünkü ahlaki kavramından türetilen bir Tanrı olmazsa tüm ahlak kanunu geçersiz kalacaktır.

Ahlaki inanç, ahlak kanunun Tanrı’nın varlığını zorunlu kıldığı fikrine dayanan inançtır. Ahlaki bir varlık olmamızdan hareketle Tanrı’nın varlığına giden bu delil, kozmolojik ve teleolojik deliller gibi Tanrı’nın varlığını objektif olarak kanıtlama iddiasında değildir.

Burada Tanrı’nın varlığı hakkında objektif bir bilgiden, yani teorik açıdan Tanrı’nın bilinmesinden söz edilmemektedir. Zaten Kant’a göre, Tanrı’nın varlığının teorik olarak bilinmesi ya da temellendirilmesi mümkün değildir.

“Hakikat olan şudur ki; hiç kimse Tanrı’nın varlığını ve gelecek bir yaşamı bilmekle övünemez. Akılcılık; Tanrı bilgisini akıldan türetme ve akılla kanıtlama isteğinden kaynaklanır.

Bir şeyi akli olarak temellendirebilmek için rasyonel varsayıma ihtiyaç duyulur. Kant; dışsal vahiy kavramıyla Tanrı’nın peygamberler aracılığıyla bize bildirdiği, kutsal kitaplardaki yazılı metinleri; içsel vahiy kavramı ile ise aklımızın ahlaki buyruklarını kastetmektedir. Kant’a göre, vahiy yoluyla bize bildirilen şeyler, akıl tarafından da bilinebilen gerçekliklerdir.

Tanrı hakkında spekülatif bir bilgi içermeyen doğal din, teolojisiz de mümkün olabilen dinin kaynağıdır; ahlaktan dine doğal geçiştir. Akıl dini ile Hıristiyanlığı uzlaştırmaya çalışan Kant, Kitabı Mukaddesin salt akıl dininin prensipleriyle uygun hale getirilmesi ve bu doğrultuda yorumlanması gerektiğini iddia etmiştir. “Kitabı Mukaddes’teki birçok olay sembolik olarak anlaşılmalı, ahlak kanununa uygun bir şekilde yorumlanmalıdır.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Kurumsal imanın teorik unsurları, bizi ahlaki ödevlerin Tanrı’sal emirler olarak anlaşılmasına götürmüyorsa fazla değer verilmemelidir. Kutsal kitaba dayansın ya da dayanmasın tüm iman türleri ahlak kanununun evrensel ilkeleriyle uyum içinde olmalıdır”.

Çünkü, “akla savaş açan bir din, uzun süre varlığını devam ettiremeyecek, akıl karşısında yenilgiye uğrayacaktır”. Mevcut epistemolojik yetilerimiz ile Tanrı’nın varlığı apaçık bir şekilde temellendirilmediği için bu konuda objektif belirsizlik içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak buradan hareketle Tanrı’nın varlığı hakkındaki delillerin tamamen anlamsız olduğu sonucu çıkarılamaz.

Çünkü bu deliller her ne kadar Tanrı’nın varlığını apaçık bir şekilde kanıtlayamasalar da Tanrı’nın varlığının mantıksal dayanaklarına işaret etmektedirler. Tanrı’yı objektif olarak kavrayabilme imkanından yoksun olduğumuza göre bu konudaki kararımızı neye göre vereceğiz? Yani iman konusunda ölçüt ne olmalıdır? Kant’a göre, din nakle dayalı olduğundan gerçeğe, hakikate aykırı veya hatalı olması mümkündür.

Ancak başkalarının hürriyetine saygı vicdan tarafından “ödev” olarak emredilmiştir. Vicdanın bu kesin emrine zıt bir inanç beslenemez. O halde imanın ölçütü ahlak olabilir ve dini iman bu ölçüte göre değer kazanabilir. Kant, tek doğru din olduğu halde farklı iman türleri olduğunu belirtmiştir. Kiliselerin birbirinden ayrılmasının nedeni, iman anlayışlarındaki bu farklılıklardır.

Ayrıca mevcut dinlerin de doğru dini ifade etmeye çalışan farklı iman anlayışları olarak görülmesi gerekir. Bu bağlamda insanlar İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi iman anlayışlarından birine sahiplerdir. Kant; İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinleri tek doğru dinin farklı yansımaları olarak görmektedir.

Bu nedenle onlara din demek yerine iman demeyi tercih etmiştir. Salt dini iman evrensel olması nedeniyle kurumsal iman karşısında bir üstünlüğe ve önceliğe sahiptir. Salt dini imanda birlik, kurumsal imanda ise çokluk söz konusudur. Kurumsal iman birbiriyle çelişen gruplar halindedir. Din adına çıkan kavgalar, kurumsal imandaki bu farklılıklardan ve onlar üzerine olan tartışmalardan kaynaklanmıştır.

Tanrı’yı memnun edecek tek şey ahlaki bir hayat yaşamaktır. İnsanlar, bir takım ritüellerde bulunmayı Tanrı’yı yüceltmek için yapılan bir ibadet ve Tanrı’ya hizmet olarak benimsemelerine rağmen, geleneğin etkisi altında kalan insanlar Tanrı’yı esas memnun edecek şeyin ahlaki bir hayat yaşamak olduğunu çoğu zaman anlayamamışlar ve bu gerçeği kabullenememişlerdir. Kant, insanlığın bir gün salt dini iman etrafında birleşeceğini düşünmektedir. Kant’a göre, kurumsal imanın önemli özelliklerinde biri de, kutsal metinlerin korunmasıdır. Kant felsefesinde hürriyet probleminin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Çünkü ahlak, insan hürriyetine bağlıdır.

Bu anlamda hürriyetin imkansızlığı, ahlakın imkansızlığı demektir. Hürriyetin bir diğer önemi ise, “spekülatif aklın bütün öteki ideaları arasında imkânını a priori olarak bildiğimiz tek idea” olmasıdır. Bu özelliği nedeniyle hürriyet, aklın diğer idealarının gerçekliğinin temellendirilmesi işleminde önemli bir konuma sahiptir. Kişi davranışlarına kendisini karar vermesine rağmen davranışları zihin tarafından nedensellik ağı içinde algılanmaktadır.

Fakat her iradeli hareket insanın düşünülür karakterinin, pratik aklının ifadesidir; hiçbir fenomenal etki taşımamaktadır. Yani insan, fenomen olarak duyulur dünyanın tabiat mekanizminin nedenselliğe tabiken, numen olarak düşünüldüğünde tabiat kanunlarından bağımsız olan bir belirlenimi kendi içinde bulundurabilir. Kant, varlığın yüklem olamayacağını iddia ederek bu delili eleştirmiştir.

Kant’a göre, özdeş bir yargıda yüklem düşüncede kaldırılıp, özne akılda tutulursa bir çelişki doğar. Bu yüzden bu gibi durumlarda yüklem zorunlu olarak özneye aittir deriz.

Ancak özne ve yüklemin her ikisi de düşüncede kaldırıldığında bir çelişki doğmaz. Çünkü çelişkiye yol açacak bir şey kalmamıştır. Örneğin; bir üçgeni varsayıp üç açısının olmadığını varsaymak çelişkilidir. Ancak hem üçgeni hem de üç açısının olmadığını varsaymak çelişkili değildir. Kozmolojik delilde, evrenden hareketle Tanrı’nın varlığı ispatlanmaya çalışılmaktadır.

Kant, Tanrı’nın varlığını insanın ahlaki bir varlık olması gerçeğinden hareketle ispat etmeye çalışmaktadır. Bilginin sınırları dışında kalan bu alanda pratik akıl devreye girmiş, salt aklın ideaları böylece bilgi sahasından inanç sahasına taşınmıştır. O halde Kant, Tanrı’nın varlığı meselesini epistemik bir problem olarak değil de ahlaki bir problem olarak görmektedir.

Kant’a göre; ahlak, kişinin kendisini nasıl mutlu edeceğinin değil de mutluluğa nasıl layık olacağının öğretisidir. Şöyle ki; insanı mutluluğa layık kılan ahlaklı olmasıdır.

Tanrı’nın varlığının kabulü pratik akıl açısındandır; bu kabul bilgi değil, ahlaki bir inançtır. Ahlak delilinin eleştiriye en açık noktası; ahlaki duygunun varlığını önceden varsaydığı, ancak ahlak yasasına tamamen ilgisiz olan birinin düşünülebileceğidir.

Aklın neden olduğu ve analoji kaynaklı güçlü zeminler tarafından desteklenebilen bu eleştiri Kant’a göre, salt spekülâtif bir problemdir. Çünkü hiçbir insan bu tür konulara tamamen ilgisiz kalamaz. Rasyonel psikolojinin temel dayanağı bilince ait olan ve bütün tasarımlarımıza eşlik eden “düşünüyorum” önermesidir.

Ancak bu önermede vurgulanan, duyuma bağlı olan bilinçtir. Duyulur olan ortadan kaldırılınca, bu bilinçte ortadan kalkar. Bu nedenle bilincin çözümlenmesinden hareketle duyulur üstü bir varlığa, yani ruha ulaşmak, ona duyumla bilinmeyen cevherlik, yalınlık, özdeşlik ve kişilik gibi sıfatlar yüklemek mümkün değildir. Kant felsefesinde ruh ideası temelini, Tanrı ideası gibi aklın ahlaki ümit ve beklentilerinde bulmaktadır. En yüksek iyinin gerçekleşmesinin diğer şartıdır.

En yüksek iyi, ahlak kanunu tarafından belirlenen iradenin zorunlu bir nesnesi olmakla birlikte ahlaklılık bizi her zaman mutluluğa götürmemektedir. Bununla birlikte bu uygunluk, ahlak sahibi bir varlık için ulaşılmaya çalışılması gereken en son gaye, en son mutluluktur.

Kant’ın sisteminde ruhun ölümsüzlüğü postulatı, epistemolojik sonuçları açısından teorik bir tahmin değildir. Ahlak kanunun belirlediği iradeden hareketle varılan bir sonuç, bir inançtır.

Filleri açısından özgür olan insanın, ahlaki niyet ve davranışlarının karşılığında layık olduğu en yüksek iyinin gerçekleşmesi için zorunlu bir postulattır. Sonuç Ahlak kanununun emri ile iradenin en yüksek iyiye zorunlu yönelişi bizi, teorik aklın varlıklarının imkanına işaret etmekle birlikte objektif gerçekliklerini temellendirme konusunda çözüm üretemediği kavramların objektif gerçekliklerinin kabulüne götürmektedir.

Ancak bu kabul teorik bir kabul değil, ahlak kanunun doğurduğu pratik bir kabuldür. Bir başka ifadeyle empirik ya da mantıksal çıkarımlara dayanan bir bilgi değil, imandır. Bu nedenle teorik açıdan bilgimizde bir artma olmamaktadır.

Bu konudaki inancımız epistemik değil de ahlaki ve inançsal kesinliğine sahip olduğundan teorik açıdan aksinin iddia edilmesi bu inancımızı değiştirmeyecektir. Dolayısıyla Kant; hürriyet, Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğünü epistemik bir problem olarak değil de ahlaki bir problem olarak ele almıştır.

Kutsal metinlerdeki bazı tarihsel ve deneysel olayların irrasyonel olduklarının iddia edilmesi epistemik olarak ele alınmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak bu olaylar sembolik ve ahlaki açıdan ele alınmaları gerekmektedir.

Bu açıdan ele alındıklarında da dinin rasyonel olmadığı yönündeki eleştiriler asılsız kalacaktır. Kant, bir şeye inanmak için objektif geçerliliğe sahip yeterli delile sahip olma gibi bir şart aramadığından, inananın subjektif delillere sahip olmasını yeterli gördüğünden iman anlayışında katı temelci bir tutuma sahip değildir.

Hakikat ölçütü olarak aklı kabul etmekle ve tüm iman çeşitlerinin rasyonel, akla ve mantığa uygun olması gerektiğini söylemekle de katı fideist bir tutum sergilememiştir. Bir konuda karar verirken belirleyici olan en önemli unsurlar şüphesiz mantıksal ve tecrübi verilerimizdir.

En basit konularda bile karar verirken bu verilere uygun düşmeyen şeyleri kabul etmekten kaçınırız. Bu nedenle insanın iradesine ve eylemlerine dolayısıyla tüm hayatına yön verecek olan bir konuda karar verirken bilişsel verilerini dikkate almadığını söylemek pek mantıklı gözükmemektedir.

Çünkü imanda kişinin aldığı eğitimin, hayatı boyunca karşılaştığı olayların, bu olayları yorumlama ve anlamlandırmasının, buna bağlı olarak oluşan kişisel tecrübesinin, psikolojik, zihinsel ve duygusal unsurların hepsinin etkisi bulunmaktadır.

Ancak bu karar her ne kadar sübjektif açıdan kesin, hatta bu bağlamda bilgiden daha fazla kesinliğe sahip olsa da objektif kesinlikten, bilimsel bilginin taşıdığı kesinlikten yoksundur.

Bu nedenle fiziksel nesneler hakkındaki yargılarda olduğu gibi başka birinin bu konudaki yargımızı kabul etme zorunluluğu yoktur. Çünkü bu tür yargılar deney ve gözlemle doğrulanması ya da yanlışlanması mümkün olmayan yargılardır.

Bu özellikleri ile bilimsel yargılardan ayrılırlar. (Küçük bir okuma özeti…)

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER