Barla Dağlarında bir Garibuzzaman
M. Latif SALİHOĞLU
Bundan yirmi beş sene kadar evvel ziyaret edip dağlarında çadır kurduğumuz Barla, fikir ve ruh âlemimde pek derin izler bıraktı.
O günlerde satırlara döktüğümüz duygu ve düşüncelerimizin bir kısmını, Üstad Bediüzzaman vefat yıl dönümü vesilesiyle bugün sizlerle paylaşmayı arzu ettik. Van’dan Barla’ya olan o hikmetli hicreti aşağıdaki şekilde dile getirmişiz.
* Erek Dağı’nda inzivaya çekildi, Bediüzzaman. Bir yalnızlık aradı. Bakiye-i ömrünü buradaki mağaralarda tamamlamak istedi.
Lâkin, murad-ı İlâhî başkaydı. Kader ağlarını başka türlü örmüştü. Bîçare Said’i yeni bir hayat, yeni bir hizmet, yeni bir dünya bekliyordu.
O, beşerin değil, kaderin mahkûmuydu. Kader, şefkat kırbacını sallamıştı bir kere. Tedbir boşunaydı. Göç devam edecekti. Ama, bu defaki göç bir başkaydı: Şarktan garba doğru bir yolculuktu. Erek Dağı’ndan Barla Dağlarına uzanan bir sevkiyat, bir tebdil-i mekândı bu.
Erek Dağı’ndan bakınca Van Gölü, Barla Dağı’ndan bakınca da Eğirdir Gölü bir mavi atlas gibi şekillenirdi.
Hangi gurbet, neresi vatan-sıla, kestirmek zordu. Yoksa, gurbet ile sıla yer mi değiştirecekti. Kim bilir, belki de…
* Yeni mekân, yeni mesken yine yüksek dağların yamacıydı.
Acep ne vardı bu mekânlarda? Bu garip dünya misafiri, ne arıyordu bu yüksek menzillerde?
Neden “Yıldız Sarayına değişmem” diyordu, ağaç dalları arasındaki o ahşap kulübecikleri? Bunun sırr-ı hikmetini yine Garibuzzaman’a sormalıydık:
Ey yüksek dağların garip sâkini!
Bize de söyle bu mekânların-menzillerin esrârını?
Ey dağlarda şifâlı meyveler derleyen asrın hekimi! O ilâçlardan bize de gönder, bize de sun ki, yaramıza merhem olsun.
Diyorsun ki, “Dağ ağacının kırmızılanmış meyvesinden topladım.
Hazmı zordur, lâkin şifalıdır.”
Gönder, ey tabip gönder. Zira, bizler ona muhtacız, müştakız.
* Dağlar onu çekti; çünkü, o dağlara sevdalıydı. Dağlar hürriyetin mutlak meydanı; o ise, hürriyete meftun bir dâvâ adamıydı.
Dağlarda ekmek bulunmazdı belki; ama, o zaten şöyle demiyor muydu:
“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”
Ekmekten önce hürriyet… İşte, yüksek dağların engin câzibesi. Yeni mesken,
Barla’nın Dağları olmuştu şimdi.
Meşhur misafir, bilhassa 1930’lar çoğu kez yapayalnız geziyordu, şu garibane dağlarda.
Saidü’l-Meşhur’du o:
- Yüzlerce talebeye ders vermiş;
- Binlerce milis kuvvetine kumandanlık yapmış;
- Şehitler arasında tefsir yazmış;
- Harp cephesinde gazi olup esir düşmüş;
- Nice kitaplar telif edip meccânen dağıtmış;
- Hürriyet Meydanını dolduran kalabalıklara hitap edip nutuk çekmiş;
- İsyana kalkışan taburları itaate sevk etmiş
- Ayasofya’da kitlelere seslenip vâz û nasihatte bulunmuş,
- İdam sehpaları gölgesinde bile “Yaşasın, zalimler için Cehennem” diye haykırmış korkusuz bir şahsiyet idi;
Ama, 1930’larda yalnız, yapayalnız kalmıştı Barla’nın Dağları’nda.
* Garipti, gurbetteydi, ihtiyar ve kimsesizdi. İnsanlarla görüşüp konuşması yasaklanınca, dağlar ona kucak açmıştı.
“İnsten tevahhuş, vuhuşa ünsiyet ettim” diyerek, vahşi mekânları, vahşi insanlara tercih etmişti.
(4. Mektup)
Evet, sıradan bir kimse değildi. Ama, yalnız ve kimsesiz kalmıştı şimdi. Bazen konuşacak, dertleşecek bir tek insan bulamaz; bir tek insan yüzü göremezdi, günler, haftalar boyu.
Gün doğar, gün batardı; ne gelen olur, ne giden vardı. Şu garibane dağların garip misafiri, gurbet içinde gurbeti yaşardı: Köyünden, sılasından uzakta, kardaştan bacıdan habersiz. Dostlarından, talebelerinden ayrı düşmüş, Barla’dan da uzakta, gecenin bağrına düşmüş.
(6. Mektup)
Barla Dağlarında gezer, seyrân ederim
Takdire boyun eğdim, böyle mahzun giderim
Derd û elemimi gider Katran'a dökerim
Çam Dağı’ndan dünyaya haykıracak haldeyim Gelincik Dağı’ndan serin bir rüzgâr eser
Issızlık, sessizlik kâbusu üstüme çöker
Kapıdağ'ın ardındayım, Tepelice Çam derler
Kaynar içim, volkan gibi patlayacak haldeyim