VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 21 May 2022 09:10:54

0 Yorum

Kez Okundu.

Mülk Allahındır

 Mülk Allah’ın, yeryüzü canlıların yuvasıdır -1

H24/ MAKALE | Ali Bulaç

Mülteci-muhacir: Değeri ve hakları

 Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de “mülteci” sorunu yaşanmaktadır. Sorunu çeşitli seviyelerde ele almak mümkün. Mücbir sebeplerle yaşadıkları yerden başka yere göç etmek zorunda kalanlara doğru bir isim koymak lazım. Piyasada tedavül halinde mülteci, sığınmacı, misafir, muhacir, göçmen vb. kelimeler içinden herkes olaya bakış açısına göre birini seçebilir. Seçerken BM ve diğer uluslar arası kuruluş ve sözleşmelerin yaptıkları tanımları göz önünde bulundurmak lazım.

Yaşadığımız zamanda kitleleri mülteci durumuna düşüren mucbir sebepler var: Ülkeleri saldırıya uğrayan sivillerin can havliyle yerleşim yerlerini terk etmeleri, iç savaşlar, ekolojik felaketler, tabii afetler, şiddetli açlık ve yoksulluk, ağır siyasi baskılar, şu veya bu sebeple öldürülme tehlikesi. Böylesi bir durumda insanların hayatı birden altüst olmakta, bir anda kendilerini bambaşka bir insani durum içinde bulmaktadırlar. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) "Küresel Trendler 2020 Raporu"na göre, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınına rağmen 2020'de savaşlardan, şiddetten ve zulümlerden kaçan insanların sayısı 82 milyonu aştı.

Hayatını sürdürmenin neredeyse imkansız hale geldiği durumlarda bir yerden bir başka yere göç etmek zorunda kalana “muhacir” denir. Muhacir kelimesi mülteciyi, sığınmacıyı ihtiva eder.

Yurdundan hicret etmek zorunda kalan muhacirlere karşı takınılan tavırlar çeşitlidir. Kimisi muhaciri sırf kendinden olmadığı, yabancı olduğu için istemez; kimisi siyasette muhacirleri pozitif veya negatif kullanışlı araç olarak kullanmak ister; kimisi (elbette iş dünyasının patronları) ucuz iş gücü olarak kullanıp kârını maksimize etmeye bakar; kimisi iş ve emek piyasasında rekabet gücünü zayıflattı için muhacire karşı çıkar; kimisi ırkçı, ayrımcı ideoloji ve doktrinlerle yaklaşır; kimisi muhacirlere Allah rızası veya insani görev bağlamında yardıma muhtaç gözüyle bakar (1).

Bunların içinde en tehlikeli olan ırkçı nefrettir. Irkçı nefret öyle bir raddeye gelir ki bir mülteciyi öldürmeyi suç kategorisinden çıkarır: (2).

Olaya laiklik ve mezhep açısından bakanlar da var (3).

İlginç olan ve belki de en sert tepki de birkaç on yıl öncesine gidildiğinde kendileri Balkanlardan veya Kafkasya’dan Türkiye’ye gelip yerleşmiş göçmen ve muhacirlerden geliyor olması (4).

Bütün ırkçılar aynı millettendirler. Kullandıkları ortak tema “sessiz istila”dır. Bu terimin anlam çerçevesini Sovyet Sistemi’nin çökmesinden sonra Avrupa’nın bilinçaltını doktrine etmek amacıyla Bernart Lewis şekillendirdi. Onun yaptığı sözde “bilimsel analizler”e göre batıya sürmekte olan göçün önü kesilmeyecek olursa, orta gelecekte Ortadoğu’dan ve doğudan Avrupa’ya akın eden Müslümanlar Avrupa’nın kültürel dokusunu değiştirecek, hızlıca ‘üredikleri’ (hayvanlar için kullanılan tabir bu) için Avrupa’yı istila edeceklerdir. Türkiye’de de son zamanlarda kullanılan bu tabiri dünyanın bütün ırkçıları ve mülteci düşmanları kullanır (5).

“Sessiz istila” söyleminin toplumun bilinçaltına zerkettiği duygu, mültecilerin dışlanması, etnik arındırmaya tabi tutulması, linç edilmesi ve en son aşamada duruma göre soykırıma tabi tutulmalarıdır. Çünkü doğal olarak bir ülke istilaya uğramışsa, yapılacak şey ülkeyi istilacılardan kurtarmaktır. Türk milliyetçileri istilacı Yunanlıları denize döktükleri gibi, Suriyeli ve Afganlı istilacıları da sürüp ülkeden çıkaracaklarını düşünmektedirler. Nitekim bazı ırkçı partiler, iktidara geldiklerinde bütün mültecileri geri göndereceklerini açıkça söylemektedirler.

Bu süreci milliyetçi/ulusalcı doktrinler, Arap düşmanlığı, popülizm yaparak dumanlı havadan istifade etmeye çalışan siyaset bezirganları, ekonomik sıkıntının sorumlusunu yabancıda arayan kesimler ile yabancıları kolektif kötülük olarak gösteren sosyal medya beslemektedir.

Peki, söz konusu zihinsel ve politik karışıklık içinde mülteciye nasıl bakmalı? Tabii ki bu sorunun cevabını herkes kendine göre cevaplandırır. Cevabın ortaya çıkışında belirgin olsun olmasın, cevabı üreten zihnin alem tasavvuru, insan algısı, dünya görüşü, kısaca inançları ve temel felsefi/kelami bakış açısı rol oynar.

Öncelikle mülteci durumuna düşmüş insan yığınlarının dinlerine, etnik kökenlerine, bölgelerine, sınıflarına veya politik duruşlarına göre tutumlar değişebilmektedir. Tutum değişikliği söz konusu ontolojik ve antropolojik ölçütlere göre değişiklik gösterdiğinde, insan “insan olması” hasebiyle herhangi bir değer taşımaz. Çünkü böylesi istisnai-olağanüstü durumlarda maddi/kültürel kriterler esas alındığında, öne çıkan değer, insan değil, onun kimliği olur.

Pekiyi kimlik insanın kendinden daha mı değerledir? Bu sorunun da cevabı “insan nedir?” sorusunun cevabında yatmaktadır.

1.İnsan: Allah’ın muradı

İnsan “Allah’ın muradı”dır. İnsan Allah murad ettiği için varlık alanına çıkışmış bulunmaktadır. Eğer O dilemeseydi insan var olamazdı. Nitekim varlık aleminde “insanın anılmaya değer olmadığı nice zamanlar, devirler (hiynen mine’d dehri) gelip geçmiştir” (76/İnsan, 1).

Allah, kendi muradı insanı elleriyle tesviye etti, ona özel form verdi, ruhundan üfledi, ona Kendini ve varlığı tanıttı, yeryüzünün halifesi kıldı, günah işlediği halde tövbesini kabul etti, ona doğruyu yanlıştan, iyiliği kötülükten ayırt etmesi için selim akıl ve temiz fıtrat/vicdan bahşetti ve her kritik zamanda ona elçiler gönderdi. Bu insanın mükerrem kılınmasının belli başlı göstergeleridir.

Tesviye, ruh, isimler, hilafet, tövbenin kabulü, akıl ve vicdan ile nübuvvet/risalet her insan için öz konusudur. Başka bir deyişle hangi etnik köken, konuştuğu dil, yaşadığı bölge veya sınıftan olursa olsun insan “insan olması” hasebiyle bu ilahi nimetlerden pay almaya hak sahibidir. Alıp almaması onun serbest iradesine, seçme özgürlüğüne bırakılmıştır.

İslam, beşeri tarihin gelişme ve kemale ulaşma sürecinde en yüksek basamaktır. İslam olma mertebesine ulaşan söz konusu nimete sahip olmuş demektir. Geriye doğru Ehl-i kitap, Ehl-i hikmet, Ehl-i mukaddes ve Ehl-i selim akıl/temiz fıtrat sahipleri aşağı doğru mertebelerde yerlerini almışlarsa da, gelişme ve kemal kapısından girip en yüksek mertebeye çıkma imkanları daima vardır. Kapı herkese açıktır. Kimse Yahudilikte olduğu gibi kapıyı yüzlerine kapatmaz; Hıristiyanlıkta olduğu gibi kapıdan zorla içeri sokmaya çalışmaz.

2. Varlık insana musahhar kılınmıştır .

Varlık insana musahhar kılınmıştır İnsan diğer varlıklara nazaran sadece bu imtiyazlara sahip kılınmış değil, aynı zamanda varlık alemi, gökler ve yer ona musahhar kılınmış, istifadesine sunulmuştur. Bu Allah’ın “Rahman” isminin tecellisidir.

Burada önemli soru şudur: Varlık dünyasının bir bölümünün bize “teshîr” edilmiş olmasının anlamı nedir? Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın bize, denizi, nehirleri, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü (14/İbrahim, 32-33); göklerde ve yerde olanları (31/Lokman, 20) teshîr edip istifademize verdiğini” belirtir.

Varlığı bilmek bizim için gerekli bir bilgidir. Varlığın bilgisi bizim onunla girişmemiz istenen diyalog ve yakınlık açısından büyük önem taşır. Biz başıboş ve amaçsız olmadığımız gibi varlık da başıboş, amaçsız ve anlamsız (abes) değildir.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Kur’an-ı Kerim’de varlıkla ilgili olarak “Teshîr” fiilinin hem Allah’a hem insana nispetle ortaklaşa kullanılması dikkat çekicidir. Başka bir ifadeyle Allah, yaratma çerçevesinde “Güneşe ve aya boyun eğdirmiştir, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir” (39/Zumer, 5). Diğer yandan aynı varlıklar bizim için de teshîr edilmişlerdir. Yani Allah’a boyun eğenler bize de –O’nun izni ve dilemesiyle- boyun eğmişlerdir.

Varlık aleminden istifade etmek her insanın temel hakkıdır. Bu hak sadece bazı din mensuplarına, bazı ülke vatandaşlarına, bazı etnik gruplara, bazı bölge topluluklarına tahsis edilmiş değildir, insanın hakkıdır.

Varlık aleminin ve yeryüzü gezegeninin yaratıcısı Allah’tır, dolayısıyla sahibi ve maliki de O’dur (3/Al-i İmran, 26) ve o mülkünü insanın tasarrufuna, istifadesine sunmuş bulunmaktadır. Şu halde her insan topluluğu göklerin ve yer üstü kaynaklarından, havasından ve suyundan, madenlerinden, bitkilerinden ve hayvanlarından yararlanma hakkına sahiptir. Yegane yasak gayrımeşru (hukuk dışı) kazanç, sömürü, hırsızlık, yağma, talan, hilekârlık, siyasi nüfuzun kötüye kullanılması, etnik, politik, dini, sınıfsal imtiyaz, ırkçı ideoloji ve insan düşmanı doktrinlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.), Veda Hutbesi’nde şunları buyurmuştur:

“Ey İnsanlar, sözümü iyi dinleyin. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”

3. Muhacir veya mültecinin temel hakları

İslam fakihlerine göre Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelmiş-geçmiş elçilerin tebliğ ettiği Münzel Şeriat, insana ilişkin beş şeyi korumayı amaçlar. Bunlar da, can (yaşama hakkı), din (seçme özgürlüğü), mal (emek üzerinde meşru tasarruf) akıl ve neslin korunması.

Tabii ki bu beş hak sadece Müslümanlara mahsus değildir, hangi din ve etnik topluluktan olursa olsun, bir anne ve babadan doğma her insanın temel haklarıdır. Esasında birkaç nesil insan haklarının Batı’daki gelişme başlıklarına baktığımızda, bütün teferruat ve alt başlıklara rağmen sonuç itibariyle korunması amaçlanan haklar mecmuası Münzel Şeriat’ın söz konusu beş hakkıdır.

Durum böyle ise ülkemize hicret etmiş bulunan çaresiz insanlara karşı tutumumuz ne olmalı?

Mülteciler yardıma ve korunmaya muhtaç insanlar olduğuna göre, mülteciler “muhacir” iken, bizler de onlara yardım yapmakla ve temel haklarını korumakla yükümlü “ensar” olmak durumundayız.

Peygamberlerin çoğu hicret etmiş, onları koruyacak ensar aramışlardır. Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya ve Hz. Muhammed (s.a.)’e kadar hicret eden peygamber ve arkadaşlarını koruyan ensar toplulukları olmuştur. Hz. İsa “Bana kim ensar olacak?” diye sorduğunda, havariler tereddütsüz “Allah’ın ensarı (yardımcıları) biziz” demişlerdir.

Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın havarilerini örnek göstererek, bütün Müslümanlara “Ey iman edenler Allah’ın ensarı olun” diye emreder. (61/Saf, 14.) Şu halde muhacire ensar olmak Allah’ın emridir ve duruma göre her Müslüman üzerinde farz-ı ayındır.

Muhacire yardımcı olmak Allah’a (Allah’ın dinine, ilahi hükümlere, adil, özgür, ahlaklı, insan şerefini ve haysiyetini koruma davasına ve mücadelesine) yardımcı olmaktır. Sadece yardım yetmez, acil yardım yanında eğer onu ilticaya sevkeden sebepler devam ediyorsa, bu durumda mültecinin bizimle eşit şartlarda yaşamasının hukuki ve sosyo-ekonomik şartlarının oluşturulmasına çalışmak lazım.

Bunun için öncelikle vatan, vatandaşlık, ülke, milli sınır, egemenlik, ırk, ulus/millet, devlet gibi temel kavramlar üzerinde imal-i fikr etmek gerekir. Önümüzdeki yazının koknusu,”Kur’an-ı Kerim’de muhacirlerle ilgili hükümler” olacaktır.

Notlar

 1) Optimar adlı şirketin Suriyelilerle ilgili 23-28 Nisan 2022 tarihleri arasında yaptığı ankete göre; ‘Suriyeli biriyle karşılaşınca ne hissediyorsunuz?’ sorusuna ankete katılanlar şu cevabı vermişlerdir:

Yüzde 21.3’ü ‘Nefret’,

Yüzde 17.3’ü ‘Mağduriyet’,

Yüzde 11.2’si ‘Hiddet’,

Y Yüzde 6.6’sı ‘Mazlumluk’,

Yüzde 6.2’si ‘Zalimlik’,

Yüzde 4.4’ü ‘Şefkat’

Yüzde 33’ü ise ‘Hiçbiri’.

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER