VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 29 March 2022 23:26:05

0 Yorum

Kez Okundu.

Kur’an Tasavvuru Üzerine

KURAN TASAVVURU ÜZERİNE

H24/ MAKALE / Yakup ASLAN

“Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır.

Neden?

Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde, toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan olmamıştır.

Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.

Dini anlama ve yaşama noktasında Kuran'ı ilk temel olarak görmek, Müslümanım diyen herkesin kabul ettiği bir ilkeydi, ancak son asırlarda pratikten uzaklaştırılarak tamamen nazariyatta kalmış bir düşünceye dönüştü. Halkı Müslüman olan toplulukların bugün hiç de Kur'an'ın öngörmediği bir konumda olmaları, değişik Kuran tasavvurlarının yeniden gündeme taşınmasına da sebep olmuştur.

Peygamberimizin vefatından sonra Ali “Kuran” diyordu, Muaviye “Kuran” diyordu, daha da önemlisi her ikisine muhalefet eden Hariciler de “Kuran” diyordu, gelişmeleri bunun ışığında yorumlayıp politika belirliyorlardı ve bu da ister istemez, düşünen mahfillerde "nasıl bir Kuran?" sorusunu sürekli gündeme getiriyor, her sorgulama yeni bir tasavvur ve Kuran çevresinde tartışma inşa ediyor kaçınılmaz olarak. Emevi, Abbasi, Sefevi ve Osmanlı gibi sınırları geniş alanlara yayılan imparatorlukların da “Kuran” dedikleri, ancak Kuran’ın ruhundan tamamen uzak durdukları bilinen bir gerçek.” diyor Ali Şeriati.

İslam’ın ilk döneminde avamın bile rahatlıkla anlayabildiği Kuran, zamanla imamların bile anlamakta zorlandığını iddia ettiği, dini otoritenin anlaşılmaması için her yola başvurduğu bir konuma getirilerek dine karşı din olgusunu inşa ediyordu. İnsanlar ile Kuran'ın irtibatını koparmak, direkt muhatap olmaması için ciltler dolusu mezhep taassubundan kaynaklı şartların İleri sürüldüğü eserler üretildi.

Kuran’ı anlamak için Tefsir Usulü, Arapça bilgisi, hadis ve hadis usulü, nüzul sebepleri, muhkem/müteşabih, nasih/mensuh gibi pek çok Kuran ilmi konularında eğitim görülmesi ve daha önceki alimlerin açıklamalarının üstünde bir görüş belirtilmemesi gibi zorlama bir sınırlama getirildi.

Hatta daha ileri gidilerek o dönem halk arasında konuşulan Arabça dilinin bilinmesinin ve dolayısıyla cahiliye şiiri ve edebiyatı bilgisinin gerekliliği de Kuran’ın anlaşılması şartı arasına sıkıştırıldı ve ancak bu şekilde Kuran'ın sıhhatli bir şekilde anlaşılabileceği iddia edildi.

Sonraki Ehli Sünnet, Mutezile ve Şii alimlerin savundukları usuluddin, mezhep disiplinini anlatan kelam ilminin de bilinmesi zarureti eklenerek, Kuran’ın anlaşılması için zorunlu şartlardan bahseder oldular. Bin yıldan fazladır her kesim, büyük bir çaba ile Kuran’ı kendisine benzetme, sınırlamalar getirme çabasının ötesine geçememiştir.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Rivayetin, tefsirin, fıkhın, kelamın, hadisin daha gündemde olmadığı ve Kuran anlaşılır olduğu halifeler döneminde başlayan ihtilaf ve çekişmelerle birlikte Kuran yorumlamasında, ona ortak kutsallar üretmede, sınırlar çizmede değişik müdahaleler oldu.

Halifelerin camilerde suikastta uğraması veya büyük bir kırılmaya sebep olan Sıffin, Cemel savaşlarında bu yorumlamanın ve Kuran tasavvuru olarak geliştirilen retoriğin izlerini görmek mümkündür.

Bu süreçle birlikte özellikle Emevi Saltanatının geliştirmiş olduğu hakim düşünce, Kuran’ın Sünni tasavvuruydu. Sünni ekole göre, Kuran mutlak olan Allah’ın mutlak kelamıdır. O’nun zatı ile kaim ezeli sıfatları olan ilim, irade ve kelam sıfatlarının bir tecellisi olması dolayısıyla “Kelam-ı Kadim”dir, yaratılmamıştır.

“Kelam-ı Lafzi” olarak yani Arapça olarak evrensel hüküm ve bütün insanlık muhatap kılınarak Muhammed (S)’e indirilmiştir. Kalıplaşmış ezber sınırlarını aşabilen kimi Sünni Kuran yorumunda, hükümlerin bütün zamanı kapsadığı ve Allah’ın vahi ile ilgili nihai noktayı koyduğu savunulmaktadır. Bu inanç giderek, ‘Allah bütün hakikati söylemiştir’ kanaatine dönüşmüştür. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlamın gizli olduğu ve dolayısıyla her çağa göre manalar çıkarılabileceği, yorumlanabileceği söylenmiştir.

Bu tasavvur insanların gizli anlam düşüncesiyle Kuran’ı kendisine benzetmekte zorlanmamasının da önünü açmıştır. Onun evrensel bir akide ve şeriat olduğunu savunan bu yorum sahipleri, vahinin aklın alternatifi ve Kuran’ın Allah aklının bir ürünü olduğunu dillendiriyorlar. Aklı devre dışı bırakmak için kurnazca bir buluş.

Sayısızca Kuran tasavvuru ve yorumlaması arasında Mutezile yorumu en fazla ilgi görenlerden biri olmuştur. Mutezile Kuran’ın Allah’ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelam sıfatının ürünü olduğunu, ezeli olmayıp, yaratılmış olduğu görüşündedir. Kuran’ın mahlûk olup olmadığı meselesi, çoğu zaman erken devirlere götürülmüş ve bu fikrin ilk olarak hicri ikinci asırda ifade edildiği ve ilk savunucularının Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Safvan olduğu iddia edilmiştir.

Rivayetlerden de meselenin beşinci ve en tanınmış Abbasi halifesi Harun Reşid döneminde yoğun bir şekilde ele alınıp tartışma konusu yapıldığı anlaşılmaktadır. Teferruat içerisinde görünür olan yorumlamanın özeti şöyleydi: Mutlak olan Allah göreceli olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman çıkan ürün görecelidir, mutlak değildir. Çünkü, Kuran’ı oluşturan dil Arapça, Muhammed (S) insan ve Arap toplumu değişkendir, vahiy ilişkisi bir zamanda ve bir mekanda vuku bulmuştur, Kuran, ilahi olduğu kadar insanidir.

Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir.

Tevrat’tan, İncil’den dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fillerini de içerir. Başta Ömer olmak üzere Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır. Bundan dolayı Rusya Müslümanları arasındaki yenilikçi hareketin önderlerinden biri olan Tatar filozof ve ilahiyat alimi Musa Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Kuran sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Allah’ın hakkı Allah’a insanın hakkı insana verilmiştir. (Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir.

O günkü iletişim imkanlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu “…Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun…” (Bakara-143) denilerek Araplara yüklemiştir. Kuran üzerine yapılan bu tartışmalardan da anlıyoruz ki, Abudulkerim Suruş ve benzerlerinin günümüze taşıdıkları bu düşünceler, en az bin yıl önce yapılmış değerlendirmelerdir ve bugüne kadar aynı görüşlerin tekrarlanmasından öteye gidilememiştir.

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER