VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 17 November 2022 21:49:35

0 Yorum

Kez Okundu.

Kader Üzerine

Kader Üzerine

H24/ MAKALE/Ali BULAÇ

 Allah, geleceğin bilgisi ve kader

Eski kelami bir mesele olan “kader konusu” Müslümanların gündeminden hiç çıkmadı. İnsan eylemlerinin belirlenmişliği ile insanın kendi eylemlerinin yaratıcısı olduğu tezi arasındaki tartışma her zaman zihinleri meşgul ediyor.

Bir yanında Eş’ari kelamı (son tahlilde Maturidiler de aynı tarafta), diğer yanda Mutezile’nin durduğu mesele Abdulaziz Bayındır’ın “mükellefin sorumluluğu açısından, iyi veya kötülük olarak işlediği fiillerin Allah tarafından bilinmediği” yönündeki görüşüyle dar bir çevrede de olsa tartışmaya kapı açıyor.

Konu her ne kadar “kader ve mükellefin sorumlulukları”yla ilgili gibi görünse de, aslında uluhiyet tasavvuruyla ilgili olduğundan, bu tez kabul görecek olursa, bu hem Kur’an’ın hem de ilk sahabe neslinden bugüne kadar gelen Müslümanların Allah inancı ve uluhiyet tasavvurunu temel bir değişikliğe uğratma potansiyeline sahip. Bu yüzden üzerinde durmayı hak eder.

Bayındır Hoca’nın ana tezi şu: Allah, insanları bilmek/öğrenmek amacıyla sınamaktadır. Sınavın amacı insanın neyi, iyi neyi kötü yaptığını bilip öğrenmektir. Bilme-öğrenme sürecinden sonra ortaya çıkan sonuca yani amele göre Allah insana ödül veya ceza vermektedir. Şu halde mefhum-u muhalifinden hareket ettiğimizde, Allah’ın insanın önceden ne yapacağını, iyi veya kötü bir amelde mi bulunacağını bilmediği ortaya çıkar. Çünkü eğer Allah önceden biliyorsa, insanı sınava tabi tutmanın manası yoktur.

Kısaca bu görüşe göre Allah, insanın önceden ne yapacağını bilmez, dolayısıyla en azından insanın eylemleri bakımından da olsa “geleceği bilmez.”

Bayındır Hoca, başta “şey” kelimesinin kullanımı dahil çok sayıda ayeti delil olarak göstermektedir. (Bkz. Abdulaziz Bayındır, Bedir Savaşı ve Kader,https://www.suleymaniyevakfi.org/allahin-bilgisi-ve-kader/bedir-savasi-ve-kader.html

Kur’an’da şey, meşiet, irade ve fıtrat https://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html)

Bayındır Hoca’nın atıfta bulunduğu ayetlerin bir kısmı tezin kanıtı değil, uzak mesafeden konuyla ilgili iken, çoğu ilgisizdirler. Usul diliyle, nassın sübutu tamam ama delaleti tamam değildir, başka bir ifade ile göndermelerde bulunduğu ayetlerden Allah’ın insanın yapacağı eylemleri (fiiller) bilmediği sonucu çıkmaz. Bu sonuç çıkmadığı gibi, insanın geleceğe ilişkin eylemlerini bilmeyen bir Allah’ın genel manada gaybleri hakkıyla, eksiksiz bilen (Allamü’l ğuyub) olduğu hükmünü geçersiz kılar. Biz birkaç yazıda ele almayı planladığımız “kader konusu”nun ilk yazısını bu tezin kritiğine ayıracağız. (Bayındır’ın tezinin ve delil olarak gösterdiği ayetlerin eleştirisi için bkz. Avnullah Enes Ateş, Abdulaziz Bayındır’ın Allah’ın İlmi Konusundaki Görüşleri ve Kritiği, Yalova Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Altı Aylık Hakemli Dergi, Yıl: 1, Sayı: 2, Ocak-Haziran/2016, s. 45-61. Bayındır’ın yazısı için de bkz. file:///D:/Nakliye/Da%C4%9F%C4%B1t%C4%B1ma/ABDULAZIZ_BAYINDIRIN_ALLAHIN_ILMI_KONUSU.pdf)

Bayındır, Allah’ın elbette her şeyi bildiğini teyid eder, ama “her şey”den insanın yapacağı eylemleri istisna eder. (Bayındır Hoca, tezini ortaya atarken, sıkça doğrudan Kur’an’dan hareket ettiğini, söylediklerinin Kur’an’ın söyledikleri olduğunu söyler. Niyeti bu değilse de, söz konusu söylem, kişiyi mutlakçılığa ve farklı yorum yapanı veya anlayanı ağır itham ve suçlamalara maruz bırakır. Nitekim Bayındır, “iptila” kavramını anlatırken İmam Maturidi ve diğer müfessirlerin a. Kur’an’ı anlamadıklarını b. Ayetleri tahrif ettiklerini c. Hatta bu yolla “şirk’e düştükleri”ni iddia etmektedir ki, bizce bu söylem hem yanlış hem inciticidir. Bkz.

https://www.kurandersi.com/hikmet-calismalari/hikmet-calismalari-kurani-anlama-usulu-kader-ile-ilgili-tahrifler/)

Doğru olanı şudur: “Bu fikirler benim Kur’an’dan anladıklarımdır, başkaları başka anlamlar çıkarabilir, en doğrusunu Allah bilir” demektir. Belirtmek gerekir ki, Kur’an’ın nüzuluyla Allah’ın sözü tamamlanmıştır, ama hiç kimse, Kur’an’a dair kurulan veya kurulacak son cümleyi kullandığını, noktayı koyduğunu öne süremez. )

Usul açısından “Her şeyi bilen Allah, öncesinde insanın eylemlerinin hangi yönde vuku bulacağını bilmez” cümlesi çelişiktir. Böyle düşünüldüğünde “her şey”i kullanmak manasız olur, o zaman şöyle dense dil ve mantık açısından olur: “Allah çoğu şeyleri bilir ama bazı şeyleri bilmez, bilmediklerinden biri de insan eylemlerinin geleceğidir.”

Fakat biliyoruz ki bazen mantıksal açıdan tutarlı görünen bir akli yürütme hakikat açısından doğruluk ifade etmez; bu örnekte olduğu gibi. “Allah her şeyi biliyorsa” bilmediği hiçbir şey yok demektir. Zira varlık alemi ve kozmik düzenin hakikatine nazaran insani eylemler bir cüz hükmündedir; tümelleri bilenin tikelleri bilmemesi düşünülemez.

Eğer tümel ile tikel ontolojik mahiyetleri zıt veya tamamen farklı olsaydı bu doğru olabilirdi; nasıl ki ağacın ana gövdesi ile meyvesi görünürde farklı gibi göründüğü halde hakikatte ikisi aynı mahiyete sahip ise, varlık ağacı ile meyvesi insan arasında mahiyet farkı yoktur. İnsanın farkı görünür bilinç, akletme yetisi ve iradi eylemleridir. Bu açıdan biz, varlıkta her ne varsa tümünü “Allah her şeyi bilir” (2/Bakara, 29)

önermesinden ayrı düşünemeyeceğimiz “insani eylemleri de bilir” tezini temellendirirken, tümeli bilen Allah’ın El Alim ve El Kadir isimlerinden hareket etmemiz yadırganamaz. Bu, hiçbir şekilde “Biz zaten Allah her şeyi bilir diyoruz” itirazını haklı çıkarmaz, gayet açıktır ki, “insanın vukuundan önceki eylemler” de “her şeyin içinde şeyler”dir. Tikel şeyler (insanın eylemleri)ni bilmeyen kişi, tümellerin tamamının ifadesi olan “her şeyi biliyor” olamaz. Prensip olarak İslam inancına göre yüce Allah “her şeyi bilir” (67/Mülk, 13).

(Bkz. “Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak’tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.O, aynı zamanda olup bitenden “haberdar”, olup biteni görendir” (35/Fatır, 31. Her titreşimi, her sesi “işitendir” (40/Mü’min, 20) O El Alîmdir” yani mutlak ilim sahibidir. (Bkz. 2/Bakara, 29, 33. )

Allah, El Murid ve El Kadir ile diğer sıfatlarıyla mutlak kemal sahibi olup her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bu hüküm cümlesi, yüce Allah’ın mutlak ilminden gaybı ve dolayısıyla geleceği (istikbal) dışarıda bırakmaz.

Gelecek (istikbal) gaybtır, geleceği bilmeyen gaybı da bütün hüviyeti ve şümulu ile biliyor sayılmaz. “Allah sinelerde saklı olanı biliyor”sa izafi gayb olan niyetin bir sonraki adımı eylemi de bilir. Kur’an’da “sine (sadr/sudur)” insana atıfır. Allah’ın bu kapsamlı bilgisi, insanın iyi veya kötü eylemleri üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Zira bilme mücerred bilgi, yapma fiildir.

Yani bilmek yapmak veya yaptırmak değildir. Güneşin tutulacağını bilen bilim insanı sadece bilir, kendisi güneşi tutmaz. Varlık alemi Alemü’l gayb ve Alemü’ş şehade olmak üzere ikiye ayrılır. İki alem biri diğerinde içkin olup biri diğerine sonsuza kadar giden paralel evrenler veya iki ayrı özerk evren değildirler. Kant, insan aklının 3x4: 12 kategorisi içine giren şeyleri fenomen (fizik), 12 kategori dışında kalanları numen (metafizik) olarak tanımladı. Batı düşünce tarihinde geriye doğru gidildiğinde metafizik deney-gözlem alanı dışında veya akılla kavranamayan her şey olup aslında bit tür gaybtır.

Mesele şu ki, İslam bakış açısından kokunun gülde içkin olması gibi gayb müşahedede içkin olduğundan deney ve gözlem alanı ile selim aklın akledebileceği her şey aynı zamanda hem fizik hem metafiziktir. Bizi gayb pakında kanaate götüren müşahededir. Ma’rifet şu ki, şeylerde zahir olan fizik gerçek ile metafizik hakikatin birbirleriyle doğru bağlantılarının kurulmasıdır. Gayb ya mutlaktır ya izafidir. Allah’ın Zatı’ mutlak gaybdır; mebde ve mead gaybtır, bu gayble ilgili ancak bize vahiyle bildirilen bilgi ve haberler sayesinde malumat sahibi olabiliyoruz. Mebde geriye doğru varlığın başlangıcıyla ilgili gayb, mead gelecek yani sonla ilgili gaybtır. Dolayısıyla mead gelecektir ve yüce Allah her iki gaybı da bilir.

Meadla ilgili bilgiyi Alemü’l gayb’ten dışarıda tutamayız, nitekim Kur’an-ı Kerim, çok sayıda ayette kıyamet saatini, ‘göklerin başka gökler, yerin başka yer olacağını’, ölümden sonraki dirilişi, mahşeri, hesap gününü, cennet ve cehennemi bize haber vermektedir. Bunların tümü gelecekle ilgili gayb haberleridir. Yüce Allah kıyamet saati geldiğinde yeryüzünde nasıl dehşet verici bir altüst hali yaşanacağını tasvir eder (99/Zilzal, 1-8; 81/Tekvir, 1-14.)

Gaybı bilen nasıl oluyor da olacakları bilmez. “Gelecek” vuku bulmayan gaybtır, gaybı bildiren fiiller ister س (se) ister سوف (sevfe) ve hatta ahreti tasvir eden dili geçmiş (mazi) ile gelmiş olsun, bildirilen vuku bulacaktır. Gelecekte neler olacağı gayb kapsamına girer. Mesela Hz. Peygamber (s.a.) “Kıyametin ne zaman kopacağını” bilmediğini beyan eder; hatta sorduğu Cibril’in ona dediği şudur: “Kendisine sorulan sorandan daha bilgi sahibi değildir.” (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1.) Peki, Peygamber ve Cibril’in bilmediği gaybı Allah’ın da bilmediğini varsayabilir miyiz?

Elbette varsayamayız; Sünni itikadi ekoller ve İmamiye de yüce Allah’ın geleceği bildiğini söyler. Şu ayet, kıyamete ilişkin bir gelecek (gayb) tasviridir: “Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş (vaziyette) görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (22/Hac, 1-2.)

“Kıyametin tasvirini yapan bu ayet iradi olmayan varlıkların içine düşecekleri dehşeti anlatır”, diye itiraz edilebilir. İtiraz yerindedir ama biz usulen küllilere dair bilginin cüz’ileri de zorunlu olarak içine aldığını anlatmak üzere bu örneği verdik, bundan neyi amaçladığımız ilerleyen satırlarda anlatmaya çalışacağız. x Sorunun kaynaklarından biri, Muhammed suresi (47) 31. Ayette geçen نعلم fiiline bazı tefsircilerin ‘ayrıd etmek’ bazılarının ise ‘Allah’ın bilmesi’ manasını vermesinden kaynaklanıyor:

“Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız).” Müfessirler, genel olarak ayette geçen “bilinceye/(bilme)”nin üç anlama geldiğini düşünmüşlerdir: a. Peygamber ve sahabeleri, gerçek mü’minler bilsinler, yani kim münafık kim gerçek mü’min apaçık ortaya çıksın.

Tabii ki bu Allah’ın cihaddan kaçan münafıkları bilmediği anlamına gelmez. Hz. Peygamber de biliyordu ama açıklamıyordu. b. Allah kimin gerçek mü’min olmadığını elbette bilir, Allah için meçhul yoktur ama bu bildiği şey apaçık ortaya çıksın istedi. c. Bilinen şeyin görülmesi, fiili/somut kanıt haline gelmesi. Kuru bir suçlama veya itham seviyesinde kalmasın. (Ali Bulaç, Kur’n Dersleri, VI, 312-313.)

“Mü’min ile inkârcı”, “tayyib ile habis” , kısaca iyiler ile kötüler apaçık ortaya çıksınlar diye yüce Allah dünya sahnesinde herkesin kendi iradesiyle seçtiği rolü serbestçe oynamasını murad etmiştir, bu hikmete binaen Allah, insanların amellerine müdahale etmiyor; ama elbette bu, kulların hangi niyet ve amaçla ve hangi eylemleri yaptıklarını ve yapacaklarını bilmediği anlamına gelmiyor, O, sadece “kimseyi gelecek/gayb üzerine muttali kılmıyor” (3/Al-i İmran, 179).

“Mizan”ın sahibi Tabatabai, “Allah amellerinizi bilir”den maksat, eylemlerinizin hakikatini, hangi niyet ve maksatla yaptığımızı bilmesi olduğunu söyler; bu niyet ve maksada gore mü’minlere ve inkarcılara karşılık verir.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

“Te’vilatü’l Kur’an”ın sahibi Maturidi ise “Allah var olacağını bildiği herhangi bir şeyi var oluyor olarak bilir”, der. Çünkü Allah var olanı var olmuş olarak veya var olmakta olanı var oluyor bilmekle nitelenir, aksi halde Allah’a bilgisizlik izafe edilmiş olur. Olaylarda meydana gelen değişimler, Allah’ın ilminde değil, bilgiye konu olan varlıklarda ve olaylardadır. Kadı Beydavi ise, yüce Allah’ın zaten, insnlara niyet ve maksatlarına gore eylemlerinin karşılığını verdiğini söyler. X İnsan varlık ilişkisi kevnî halk-beşerî halk arasında yürür. Her iki halk (yaratma) iradidir, yani hem Allah hem insan iradi yaratır.

Burada “insan fiillerinin yaratıcısıdır”, diyen Mutezile’ye hak verebiliriz. Beşerî halk kevnî halkın hazır hale getirdiği imkanları isti’mal eder/ kullanır. Bu ya hüsn iledir (hasene) veya kubh iledir (seyyie). Beşerî irade ve kudret (istitae) ile vücuda gelen hasene veya seyyie (iyilik ve kötülük) kevnî halk maddesinin suret/varlık kazanması halidir. Kevnî madde olmasaydı beşeri suret olmazdı. Yani varlığa çıkan suret ilahi halkın maddesidir, söz konusu madde Allah tarafından yaratılmasaydı insan ne iyi ne kötü bir eylemde bulunabilirdi. Kevnî halkın (bil kuvve) beşeri halkı (bil kuvvenin bil fiil hale gelmesi) hasene ise “kesb”, seyyie ise “iktisab”tır.

“Kesbettiği lehine, iktisab ettiği aleyhinedir” (2/Bakara, 286.) Burada da Eş’arilere hak verebiliriz. “Kesb” ve “iktisâb” kevn”ı halk ile beşeri halkın iradi fiilleridir. Kevnî halk Allah’a, beşeri halk insana aittir. İzafi, sınırlı ve sonlu potansiyellerini kullanarak insan yaratır, fakat hakiki yaratıcı Allah’tır: “Yaratıcıların en güzeli Allah, ne yücedir.” (23/Mü’minun, 11.) Allah’ın yaratması (halkı) iyidir (hasenedir), insanın yaratması iyi veya kötü (hasene veya seyyie)dir. Ancak insana iyi fiil yaratma hasletini, yeti ve kudretini bahşeden Allah olduğu gibi, insanın kötü fiil yaratma haslet, yeti ve kudretini veren de Allah’tır.

Şu halde “hayır da şer de Allah’tandır” şeklinde kullandığımız önermenin ikinci kısmı olan “şer de Allah’tandır”ın manası insana şer, kötülükte bulunma hasletini, yeti ve kudretini veren Allah’tır demektir. Çünkü insan, iyilik yapma gibi kötülük yapma yetisine ve özgürlüğüne sahip olmasaydı sınanmasının ve yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamasının manası olmazdı. Özgürük de olmazdı. İnsanın iyilik (hayr-hasene) yaratması Allah’ın iradesine ve muradına uygundur; kötülük (şer-seyyie) yaratması Allah’ın iradesine rağmen değil ama muradına rağmendir. Allah mutlak yaratıcı, insan izafi yaratıcıdır.

Eğer Allah, kevnî halka (iyiliğin ve kötülüğün maddesine) beşerin veya tabiat yasasının vereceği sureti bilmiyorsa, bu O’nu sadece “yarattığı insan üzerinde bilgisi ve kudreti olmayan aciz tanrı” olmakla bırakmaz, O’nun yarattığı ve bir ecel-i müsemma olarak mevcud kıldığı varlık/kainat üzerinde de hükmü olmayan aciz tanrı konumuna düşürür. Biraz sonra insanın ne yapacağını bilmeyen Tanrı, yıkıcı bir depremin vukunu da önceden bilmiş olamaz; çünkü bu muhakemeye göre beşeri eylemin tetikleyicisi irade, depremin tetikleyicisi tabiat yasasıdır. Her ikisi izafi zaman dediğimiz olgunun bir anında, bir kesitinde vuku bulur.

Depremin nerede ve ne zaman ve hangi büyüklükte Allah biliyorsa, insanın eylemlerinin de nerede, nasıl ve hangi sonuçları doğuracağını da elbette bilir. Tabiat yasası Sünen-i ilahi veya adetullah ise, Allah’ın kendi koyduğu yasanın nasıl işleyeceğini bilir. Yapay zeka ile üretilen robotların ne yapacakları onlara data ve hareket yetisi yükleyen insanlar tarafından bilinirken, insan eylemlerinin onu yaratan Allah tarafından bilinmeyeceği iddiası pek gariptir.

Yapay zeka üretimi robotların günün birinde kontrolden çıkıp insanı denetleyebileceklerine ilişkin en önemli kaygı sebebidir. Ve söz konusu kaygı geleceğe matuftur. Evet “insan bozulursa kainat bozulur” denmiştir ama insan da kainat da Allah’ın yed-i kudreti (kabza) altıdadır. İnsanın ne yapıp edeceğini bilmeyen varlığın yed-i kudretinden söz edilemez. “Ecel-i müsemma”, adı konulmuş ecel, vuku bulan son olay veya olaylar zincirinin son halkasıdır.

Yani ister insan, ister kainat için zikredilmiş olsun, her durumda insanın ve kainatın nasıl sona gereceği, ömrünün ne kadar olacağını Allah bilir, çünkü eceli koyan/isimlendiren O’dur. (Kur’an- Kerim’de 20 yerde geçen “Ecel-i müsemma” terkibi için bkz. Bakara, 2/283; En'am, 6/2,60; Hûd, 11/3; R'ad, 13/2; İbrahim, 14/10; Nahl, 16/61; Tâhâ, 20/129; Hac, 22/5,33; Ankebût, 29/53; Rum, 30/8; Lokman, 31/29; Fâtır, 35/13,45; Zümer, 39/5,42; Mü'min, 40/67; Şûrâ, 42/14; Ahkâf, 46/3; Nuh,71/4). Peki O, hem yaratıp son tayin edecek, hem de nasıl bir sonla yaratışın biteceğini bilmeyecek. “Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir” (67/Mülk, 13-14.)

Ayette geçen “yaratma (halk)”nın varlık alemini içine aldığı gibi “insanı da içine aldığı” açıktır. Çünkü 13. ayet “sözü gizleyen veya açıkta söyleyen insanlar”dan söz eder. “Yaratan yarattığının sadece geçmişini ve şimdiki halini bilebiliyor denecek olsa”, bu ilmi her şeyi kuşatan Allah’a nazaran zamanın parçalanmasını, son parçanın kendisine gizli kaldığını farzetmek olur ki, Allah için böyle bir faraziye düşünülemez. “Geleceği bilmeyen tanrı” evrenle ilgilenmeyen Aristo’nun, sonraları varlığın kendisinden zorunlu olarak sudur ettiği ama kendisinin onunla ilgilenmediği Plotinus’un tanrı tasavvurudur.

Meşşailer bu görüşün etkisinde Allah’ın cüzleri (tikeller) bilmediğini öne sürdüler. İbn Sina, Allah’ın tikelleri bilmediğini söylerken iki gerekçe öne sürüyordu:

Biri tikeller duyularla bilinir, yüce Allah’a bizimki gibi beş duyu atfedilemez; diğeri tikeller sürekli değişir, halden hale girer, bu da Allah’a atfedilemez, çünkü bu sefer Allah’ın ilminde sürekli değişmelerin/değişkenlerin rol oynadığını farzetmemize yol açar. Bu konuda ortaya çıkan üç ana görüşten ilki, Aristo’nun Tanrı’nın sadece kendi zatını bildiği; O’nun hem bilen, bilinen, hem bilgi (veya hem akıl, hem makul ve hem akleden) olduğu yönündeki görüşüdür. Haliyle bu evsaftaki tanrı kendisinden başka şeyleri bilmez. Bazı filozoflar ise Tanrı’nın kendi zatını ve sadece tümelleri bildiğini, tikelleri bilmediğini iddia ettiler; Meşşalilerin bu görüşte olduklarını düşündüğü için Gazali onları tekfir etti.

Meşşailere göre Allah’ın bilgisi zamana göre değişmez; geçmiş, hal ve gelecekte bilgi farklılıklar gösterir, Allah’ın bilgisi ise ezelidir, değişmez. Üçüncü görüşte olanlara göre Allah zatını, tümelleri ve tikelleri de bilir, O’nun ilmi mutlaktır. Bu görüşü en iyi temellendiren Gazali olmuştur. İbn Sina, zatını ve sadece tümelleri bilen Tanrı görüşünün nihai aşamada İslam’ın uluhiyet anlayışıyla pek de bağdaşmadığının farkında olduğundan şöyle bir muhakeme yürüttü: Aristo’ya göre Tanrı sebeplerin sebebidir ise, bu durumda O her şeyi sebepler dolayısıyla bilir. Allah’ın külli/tümel sebepleri bildiğini, tikellerin de –sebepleri bilmesi dolayısıyla- O’na gizli kalmayacağını söyledi.

Allah her şeyi vuku bulduğu vakitte bilir ve bilgisi ezelden beri vardır. Dolayısıyla tikeller vakitlerinde Allah’ın bilgisi dahilinde vuku bulurlar. Fakat sebepler zinciri, her olayı kendisinden önceki sebebe ve bir sebep bir başka sebebe bağlı olarak vuku bulduğundan, bu görüş insan fiillerine uygulandığında bir tür cebriyeci inanca kapı aralar, böylece insan iradesinin zorunlu sebepleri aşıp da özgür eylem koyamayacağı sonucuna götürür. İbn Sina, akideyi kurtarmak istediyse de, sebepler teorisi sonuçta bizi fizik dünyada determinizme götürdüğünden, klasik veya modern versiyonuyla determinizm kadercilikten başka kapıya çıkmaz. Bizi fizik ve sosyo-kültürel determinizmin kaderciliğinden sahici insani özgürlüğe, yukarıda kısaca değindiğimiz iradi kevnî halk ile iradi beşerî halkın birlikte yürüdüğü Eş’ari bakış açısı daha yakın durmaktadır.

Çünkü her iki yaratma fiil ilahi ve beşeri iradeyi temel alıyor. Allah’ın geleceği bilmediğini öne sürenler, zımnen eğer Allah’ın geleceği biliyor önermesini kabul edecek olursak, bu durumda O’nun kötü eyleme müdahale etmesi gerekir fikrine gitmemiz gerektiğini söylerler.

Oysa dünya kötülüklerle doludur ve sürüp giden kötü eylemlere Allah müdahale etmemektedir. Bu aslında konuyu “kötülük problemi”ne veya teodise götürür. Bu iddiada olanlara göre kötülüğe müdahale etmeyen tanrı, ya acizdir ya zalimdir veya aldırışsızdır. Ancak biz ileride bu konuyu ele almak üzere, şimdilik kelami-felsefi zemin üzerinde mütalaamıza devam edelim. Olup biteni bilmesine karşılık geleceği bilmeyen tanrı, bazı kelamcıların cinlere yakıştırdığı sıfatı bu sefer Allah’a yakıştırmalarını çağrıştırır.

Onlara göre latif varlıklar olan cinler geçmişte ve el’an vuku bulmakta olan olayları bilirler ama bir saniye sonra vuku bulacak olayları bilmezler, nitekim Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’ın vefatını örnek göstererek cinlerin gaybı bilmediklerini belirtir (34/Sebe’, 14).

Allah bilir, ama her vuku bulacağını bildiği olaya müdahale etmez. İstisnaen müdahale eder. Nemrud’un İbrahim aleyhisselamı yakacağını biliyordu, müdahale etti. Elbette Nemrud’un ne yapacağını bildiği için müdahale etti, bilmiyor olsaydı bilmediği ve vuku bulmayan bir olaya niçin müdahale etsindi? Allah, sınavdan geçirdiği İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeyeceğini elbette biliyordu ama onun bu çetin sınavdan geçtiğini murad etti (37/Saaffat, 99-109).

Yoksa Muhyiddin İbn Arabi’nin bir peygambere cinayete teşebbüs suçu yüklediği iddianın aksine Hz. İbrahim rüyasını yanlış yorumladı da neredeyse oğlunu kesen bir baba değildi.

Nemrud ve Firavun’a karşı Hz. İbrahim ve Hz. Musa üzerinden gösterilen mucizeler Allah’ın tarihe istisnai müdahalesidir; ancak yüce Allah bizim O’nun halkettiği imkanları/maddeyi kullanarak bizim tarihe müdahale etmemizi, tarihi bizim yazmamızı murad eder. Salih amellerimiz, takvamız, cehdimiz, mücahedemiz ve elbette cihadımız nisbetinde tarihe müdahele eden özgür varlıklarız.

Bizim duamız, duada bunmamız da O’nun bize şer isabet edeceğini bildiğimiz olaylara müdahalesini celbetmesini sağlamak, O’nun yardımını talep etmektir. Eğer O, bize isabet edecek kötülüğü bilmiyorsa, biz mi O’na kötülük hakkında bilgi veriyoruz?

Her türlü münazaradan vareste, bir sonraki olayı (geleceği ve geleceğe ilişkin gaybı) bilmeyen tanrı kemal sıfatlarına sahip olamaz. Buna mukabil bilip de hemen ve her olaya müdahale eden tanrı da kendi muradı olarak varlık alemine çıkardığı (halkettiği) insanı adaletle sınayan, sınava tabi tutan tanrı olmaz. Vuku’u anında Allah kötülüğe müdahele etmiyorsa bu O’nun acizliğinden, aldırışsızlığından ve zulme olan eğiliminden değil –haşa-, iyilerin kötülüğü def’etme konusunda ne kadar cihada istekli, samimi ve müdahil olduklarını denemek içindir. Hiç şüphesiz Allah, insanlara zulmetmez, haksızlık etmez, insanlar kendilerine ve birbirlerine zulmeder, hak ihlalinde bulunur (10/Yunus, 44); vakt-i zamanı gelince zulmedenlerden hesap sorulur, haklı ile haksız hassas terazilerde birbirinden ayrılır (21/Enbiya. 47) ve hiç kimse yapıp ettiklerinden başka bir ceza ile karşılaşmaz (36/Yasin. 54). “Allah imhal eder ama ihmal etmez.”

“Allah göklerin ve yerin gaybını bilir[35/Fatır, 38]”: “Gizleneni de açığa vurulanı da bilir” [2/Bakara/77;6/En’am,3]” “Sinelerde olanı bilir” [67/13]; “Gaybı ve şahadeti; görüneni-görünmeyeni bilir”]23/Mü’minun, 92]; “Ne üzerinde olduğumuzu bilir”[24/Nur, 54]; “O her şeyi bilir” [57/3]; “Ne yaptığımızı bilir” [22/Hac, 68].

Bu ayetler Allah’ın hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak üzere her şeyi bildiğini gösterir.

Şayet “Allah’ın varlık aleminde her şeyi bildiğini beyan ediyor ama [koyduğu yasalar sonucunda –sünnetullah gereği- gerçekleşecekler hariç] gelecekte ne olacağını veya bizim neler yapacağımızı bildiğini beyan etmiyor” deniyorsa, bu kabul edilebilir bir hüküm cümlesidir ama Kur’an-ı Kerim, Allah’ın tamamen insani bir eylemi önceden bildiğini ve bildirdiğini beyan ediyor. Yüce Allah’ın sadece uzak gelecekten değil, nüzul zamanında pek yakın gelecekten haber verdiğine dair en açık ayet Rumların, Farsları yeneceğini –üstelik tarih vererek- bildirmesidir.

“Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün mü’minler sevineceklerdir. (30/Rum, 2-4.)

Romalılar ile Farslar arasında vuku bulan savaşın aktörleri Romalı ve Farslı subaylar, askerler yani savaşan insanlardı. Yüce Allah, insanlardan hangi insan grubunun/ordunun kısa zaman sonra galip geleceğini önceden bildirdi. Ve elbette gelecekten haber verdiği, bildirdiği gibi olay vuku buldu.

Tevbe (9) 47. Ayet münafıkların müslümanlarla birlikte savaşa çıksalardı nasıl onlara sadece zarar ve kötülük vereceklerini, içlerine fitne çıkarmak üzere faaliyette bulunacaklarını haber vermektedir. Bu ayet de, apaçık yüce Allah’ın niyete mebni gelecekte vuku bulacak fiilleri bildiğini ve müslümanları bilgilendirdiğini göstermektedir. Niyeti ve maksadı bilenin, niyet ve maksada uygun eylemleri bilmemesi düşünülemez.

En doğrusunu Allah bilir!

Joe

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER