VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 27 December 2019 13:04:10

0 Yorum

Kez Okundu.

iSLAM ve ÇOĞULCULUK

Çoğulculuk-çokkültürlülük: Modeller Genellikle “çoğulculuk”u Amerikalıların, “çükkültürlülük”ü (multiculturailsm) Avrupalıların geliştirip sorun haline getirdikleri söylenebilir. Tarihte, özellikle imparatorluklar dönemin

iSLAM ve ÇOĞULCULUK

Ali BULAÇ

 

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı

 

iSLAM ve ÇOĞULCULUK

Çoğulculuk-çokkültürlülük: Modeller
Genellikle “çoğulculuk”u Amerikalıların, “çükkültürlülük”ü (multiculturailsm) Avrupalıların geliştirip sorun haline getirdikleri söylenebilir. Tarihte, özellikle imparatorluklar döneminde böyle bir sorunun olmaması, imparatorlukların tabiatları gereği çoğulcu veya çükkültürlü (veya çokkültürcülük) olmalarına bağlanır. Ulus devletin ortaya çıkmasıyla bu yönde de bir sorun teşekkül etmiş oldu. Belki de her iki terimden anlaşılması gereken, bir toplumsal grubun diğer gruplar veya egemen/başat bir grup tarafından baskı görmemesi, diğerleriyle eşit ve özgür kabul edilmesidir. Grup dini, mezhebi, etnik ve doktriner karakterde olabilir. Eşitlik ve özgürlük grupların hem temel hakkı hem talebi konumunda bulunuyor.
Bize göre çoğulculuk her din veya felsefi öğretinin hakikati ifade etmesi ve birden fazla hakikat olması değil -Hakikat tektir, ona ulaşmanın birden fazla yolu ve formu vardır- her toplumsal grubu kendi hakikat algısı ve anlayışıyla diğerleriyle barış içinde yaşatma imkanı ve özgürlüğünü sağlamaktır. Toplumsal grubun hakikat tercihi ve ona yaşama tarzı hukuk ve sosyo-politik güvenceler altına alınmadıkça gerçek manada çoğulculuk veya çokkültürlülük sağlanmış olamaz.
Farklı grupların diğerleriyle eşit ve özgür olabilmeleri iki şarta bağlıdır: Biri diğerlerinin hoşgörüye sahip olmaları, diğeri hukuki düzenlemenin özgürlük ve eşitliği güvence altına alması. Hoşgörü özünde bir başkasını kendinden sadece farklı görmez biraz da kültürel, dini veya sosyal tabaka bakımından bir gömlek aşağıda görmeyi zımnen ihtiva eder, bu durumdaki hoşgörü “tahammül”ü gerektirir. Mesela Hayrettin Karaman, kendisi gibi inanmayan ve yaşamayanlara “ancak tahammül ediebileceğini” söyler. (Tahammül mü, hoşgörmek mi? Yeni Şafak, 7 Ağustos 2011.)
Kamusal hayatı belli başat bir grup (dini, mezhebi, etnik, doktriner) belirliyorsa veya grup kendisine özgü olmasa da resmi tutum olarak bir tarzı evrensel deyip toplumun geneline empoze ediyorsa orada çoğulculuk olmaz. İngiliz bilim insanı John Rex, dört modelden söz eder:
1) Kamusal alanda eşitliğin, özel alanda çokkültürlülüğün geçerli olduğu model: Avrupa.
2) Kamusal alanda eşitliğin, özel alanda kültürel homojenleştirmenin geçerli olduğu model: Fransa.
3) Kamusal alanda eşitsizliğin özel alanda çokkültürlülüğün geçerli olduğu model: Güney Afrika.
4) Kamusal alanda eşitsizliğin, özel alanda ise kültürel homojenliği isteklendiren model: Fransa sömürgeleri.
Rex’e göre kamusal alan siyaset, ekonomi ve hukuka tekabül eder; bu alanlarda grupların hangi derecede etkili veya belirleyici oldukları sahici manada çokkültürlülüğü tayin eder. (John Rex, “Race and ethinicity” kitabından nakleden Kadir Canatan, Ulus devlet ve çokkültürlü toplum, yayınlanmamış yazı.)
Emevilerden başlamak üzere Osmanlı Millet sisteminin Rex’in 3. Sıraya yerleştirdiği modele uygun düştüğünü söylemek mümkün. Bu model hukuki kaynağını Zımmi statüsünden alır, zımmi statüyü tayin eden faktör ise savaştır.
Belirtmek gerekir ki Medine Sözleşmesi bu dört modelin de ötesinde kamusal alanda eşitliği, özel alanda çokkültürlülüğü öngörür. Kamusal ve özel alanın dışında asıl çoğulcu toplumun en geniş yelpazede kendini görünür kıldığı yer sivil/medeni alanın siyasal toplumun/devletin merkezi müdahelesinden uzak tutulmasıdır. Çünkü güçlü bir sivil alan yoksa, bireylerin ve ailelerin etkinliklerinin söz konusu olduğu özel alan tek başına çoğulculuğun tesisine yetmez. Her üç alan arasındaki makul ve tabii sınırların belirlendiği çoğulcu toplum modeli sadece Hz. Peygamber’in siret ve sünnetinde görüldü ve başarıyla tatbik edildi.
Geleneksel toplumdan farklı olarak bugün için özel, sivil ve kamusal alanlar arasında kesin, net, berrak sınırların çizilmesi hayli güçtür. Modern devlet ve onun doğrudan ya da dolaylı işler kıldığı yapılar özel ve sivil alanın aleyhinde gelişmekte, kapsamını genişletmektedir. Diğer yandan modeller farklı görünse de, hakikatte asıl tayin edici faktör kamusal alanda eşitliğin sağlanmamış olmasıdır, zira kamusal alanda eşitlik ve korunan özgürlük yoksa zaman içinde her dört modelde kamusal alan/devlet başat kültürün dışındaki diğer kültürleri kendi kazanı içine atar ve eritir ya da en azından işlevsiz folklorik ögelere indirger. Özellikle yasa yapıcının kimliği, egemen grupla ilişkisi birinci derecede rol oynar. Avrupa örneğinde gözlemlenen şu ki, yabancılar, azınlıklar, göçmenler yasa yapımına doğrudan ve kendi talepleri talepleri doğrultusunda katılmadıklarından “entegrasyon” adı altında vuku bulan şey “asimilasyon”dur. Kaldı ki özel alan hangi görünür özgürlüklere sahip gibiyse de kamusal alanın sunduğu imkanlar ve fırsatlar karşısında zayıf konumdadır. Nihayet isminden de anlaşılacağı üzere “azınlık” sayısal bakımdan çoğunluğa göre az sayıda kimseler demektir, dolayısıyla demokratik oylama ve statülerin dağıtımında çoğunluk kadar hak ve imkanlara sahip olamaz. Bu durum zaman içinde azınlıkta olanların ruhsal olarak kendilerini hiyerarşinin en alt basamağında kabullenmeleri ve bunu kaderlerinin bir parçası görmeleri gibi psikolojik sonuçlara yol açar.
Batı’da çokhukukluluk ve Şeriat mahkemeleri
John Rex’in tasnifinden hareket edip Avrupa’da veya genel olarak batıda yaşayan müslümanların hangi grupta yer aldığını araştırmaya kalkışırsak oklar bizi 4. gruba yöneltir. Zira özellikle Kıta Avrupa’sında müslümanlar hem kamusal alanda egemen çoğunlukla eşit değildirler hem de özel ve sivil alanda sofistike bir homojenleşmeye maruz kalmaktadırlar. Kanada ve İngiltere’yi kısmen dışta tutmak lazım ama mesela son derece basit düzeyde atılmış bir adım Almanya tarafından büyük bir taviz veya hak ve özgürlük talebinin karşılanması olarak sunuluyor. 2012 yılında Hamburg eyalet hükümeti müslümanlara bazı hakları tanıdığını ilan etti. Hamburg’da alınan kararla, Müslüman çocuklar Ramazan ve Kurban bayramlarında, Aşure gününde okullarda izinli sayılacak, ‘İslam dini’ dersi verilecek ve vefat eden Müslümanlar İslami kurallara göre defnedilebilecek. Hamburg eyalet hükümeti, bu kararı Müslüman cemaatlerle bir “devlet anlaşması” olarak ilan etti. Almanya’da bu kararın açıklandığı tarihte bu uygulamadan yaklaşık 150 bin müslüman yararlanacaktı. (Yeni Şafak,16 Ağustos 2012.)
Yukarıda Kanada ve İngiltere’yi dışta tutmamız gerektiğini söylemiştik. Bu konuda Kanada’da önemli bir adım atılmıştı. Federal bir devlet olan Kanada’nın Ontario eyaleti 1991’de kabul edilen bir yasaya dayanarak istenmesi durumunda bazı ihtilafların din müntesiplerinin dini hukuklarına göre çözülmesini kabul etti. Buna göre özel hukuk alanında anlaşmazlık halinde olan taraflar eğer a) Kendi rızalarıyla, b) Özel hukuka müteallik olmasıyla kaydıyla ve c) Ülkenin olağan mahkemelerinin temyiz hakkı baki kalması şartıyla Kanada Adalet makamları “Şeriat mahkemeleri”ni ve aldıkları kararları tanıyor. Daha önce aynı makamlar Yahudi hahamların evlilik-boşanma ve iş anlaşmazlıkları konularında, Katolik din adamlarının da Hıristiyan cemaatin parasal ihtilaflarında hakemlik rolü oynamaların imkan tanınmıştı. Alınan kararla müslümanlar da evlilik, boşanma, miras taksimi, mülkiyet vb sivil alandaki anlaşmazlıklara kurulan Şeriat mahkemeleri bakacak.
Kanada yanında İngiltere’de de şeriat mahkemeleri davalara bakıyor. Civitas adlı düşünce kuruluşunun 2009 yılında yayımladığı bir raporda göre, Birleşik Krallık’ta 85 şeriat konseyi faaliyet gösteriyordu. Her geçen gün bu mahkemelerin sayısı artıyor. İngiltere’de yaşayan müslümanlar sadece bu mahkemelere değil, adalet duygularına ve bilgilerine güvendikleri “din adamları”na davaları götürüyorlar.
İslam hukuku ülkede ilk kez 1980’lerde ‘Şeriat Konseyleri’nin (Sharia Councils) kurulması ile uygulanmaya başladı. 2007 yılında ise ‘Müslüman Arabulucu/Hakemlik Mahkemeleri’ (Muslim Arbitration Tribunals) kuruldu. Fakat bu durum 2008 yılında Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ile o dönemde İngiltere ve Galler yargı sisteminin en tepesindeki adam olan Lord Matravers’in BBC’ye konu ile ilgili verdikleri demeçlere kadar kamuoyunun pek gündemine gelmiyor. Şeriat konseylerine talebin artmasıyla, kimi İngiliz hukuk şirketleri de bu pazardan pay almaya başladı. Mesela Müslüman avukat Aina Khan, Londra’daki hukuk bürosunda ilk şeriat bölümünü kurdu. Khan, “İlgilendiğim kişilerin çoğunluğunun 50 yaşından genç olması beni şaşırtıyor. Bu insanlar, hem Müslüman, hem de İngiliz kimliklerini korumak isteyen kişiler. Dolayısıyla, sorunlarına tek bir çatı altında, her iki hukuk sistemini de tatmin edecek çözümler getiriyorum.” diyor.
https://www.bbc.com/turkce/haberler/2012/01/120116_uk_sharia
Ülke genelindeki 85 şeriat mahkemesinin ele aldığı 7000’den fazla davanın %95’i boşanma ve velayet ile ilgili, ancak söz konsu mahkemeler miras, ticaret ve başka anlaşmazlıklara da bakıyor. Kararları bölge mahkemesi ve Yüksek Mahkeme”nin onayıyla geçerli sayılıyor.
Liberaller buna tepki göstermekte gecikmediler. İki itiraz noktası öne çıktı: Biri, kapalı yapılar halinde yaşayan müslümanlar arasında “gönüllülük” kuralının işlemeyeceği iddiası; diğeri din, dil, renk, mezhep, ırk ve cinsiyet ayırımı olmaksızın insanın temel haklara sahip olduğunu savunan liberal bakış açısına bu uygulamanın aykırı düşeceğini, eşitsizliğe yol açacağı düşüncesi. Kanada’nın bu uygulamayı kapı aralamasının sebebi sadece yargının iş yükünü azaltmak değil, bu ihmal edilebilir bir sebeptir, asıl sebep özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumun bireylere özgürlük ve haklar tanımakla yetinmeyip aynı özgürlük ve hakları “gruplar”a da tanımayı gerekli görmesidir. Ancak liberaller temelde “birey”i baz aldıklarından “grup hakkı”nın bireyin hak ve özgürlüğünü yok edeceğini savunmakta ve bu türden çokhukuklu modellere karşı çıkmaktadırlar. (Bkz. Şahin Alpay, Kanada”da “Şeriat mahkemeleri”, Zaman, 11 ağustos 2004; Köktenci çokkültürcülüğün çıkmazı, Zaman, 14 ağustos 20014.)
Yunanistan’da ise 1913 ve 1920’lerden kalan bir uygulama ile –ki o zaman daha Osmanlı’da Medeni Kanun yürürlüğe girmemişti- aile hukukuyla ilgili Batı Trakya müslümanların işlemlerinin yürütülmesinde Müftü yetkilidir. Buna göre Müftü nikah kıyma, müeccel mehri tahsıl eme, boşanmaya karar verme, çocukların kimde kalacağını kararlaştırma yetkisine sahiptir; itiraz eden Yunan mahkemelerine başvurabiliyor. Bu teamülü temellendiren 1913 Atina Antlaşması ve 1920 tarihli yasayla güvence altına alınan “kutsal İslam hukuku”na atıftır. Buna göre isteğe bağlı Müslümanlar Yunanistan’da mer’i hukuka göre işlem görmek üzere Yunan Mahkemelerine başvurabilir; mahkemeler Müslümanların bu kapsamın dışında olduğunu ileri süremez. Bu da aslında özel alanda çifte hukukun aynı anda mer’iyette olabileceğinin örneğidir. Türkiye söz konusu uygulamanın yürürlükte kalmasını isterken, 1990’lardan sonra şekli bir problem çıktı. Yunan hükümeti “yargı yetkisi olan müftü seçilemez, hükümet tarafından atanır” gerekçesiyle müftüleri kendisi atamaya başladı. Tabii tarihin ilginç ironilerden birine örnek olarak, Türkiye Cumhuriyeti Yunanistan’daki çokhukukluğu savunurken, seçimle iş başına gelmiş Refah Partisi’ni (RP) “ikili hukuk” önerdi diye kapatıyor, AİHM de aynı gerekçelerle iptal kararını onuyordu.
İster Almanya, ister çok daha geliştirilmiş şekliyle Yunanistan, Kanada ve İngiltere’de olsun, müslümanlara ve diğer din müntesiplerine özel alanda tanınan özgürlükler ve haklar ile Medine Sözleşmesi’nde din müntesiplerine tanınan haklar arasında mukayese yapıp, hangisinin daha hakkaniyete, eşitlik ve özgürlük ilkesine uygun düştüğüne bakalım. Sözleşmenin 25. maddesinde şöyle denmektedir: “Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte bir ümme teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları (onlarla anlaşmalıları)ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.” Sözleşme din ile hayat tarzı yani hukuk arasında ayırım yapmamakta, bir din müntesibinin dini vecibeleri ne ise, onların tümünü yaşamasına imkan tanımakta, siyasi birliğin ortağı saydığından özgürlük ve eşitliği hukuki güvence altına almaktadır.
Çokhukukluluk ve hukuklar arası hakemlik
(5/Maide, 42-43)
Medine sözleşmesi hükümlerinde içkin olan hukuk ve yönetim felsefesi itibariyle bir yandan aynı toplumda ve eşzamanlı olarak birden fazla hukuku mer’iyette tutmakta (çokhukukluluk), diğer yandan bir peygamber ve müslüman blokun lideri olarak Hz. Muhammed (s.a.)’i bütün toplumsal bloklar üzerinde “hakim” değil, “hakem” olarak konumlandırmaktadır. Tabii ki, sözleşmenin imzalandığı Arap toplumu hakemlik kurumuna yabancı değildi. Öteden beri Araplar hakeme bir arabulucu olması veya iki taraf arasındaki anlaşmazlığı gidermesi amacıyla başvururlardı. Burada söz konusu olan geleneksel arabuluculuk veya hakemlikten biraz daha farklı, aralarında sözleşme akdetmiş bloklar arasında isteğe bağlı hakemliktir, hakemliği ilginç kılan da budur. Konuyla ilgili ayet şöyle:
“Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyenlerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever. Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem kılıyorlar ve sonra bunun peşinden yüz çeviriyorlar? İşte onlar, inanmış değildir.”(5/Maide, 42-43.)
Toplumsal düzeni yozlaştırıp çökerten iki önemli faktör yalan ve haram yiyiciliktir. Yalan gerçeğin gizlenmesi, hakikatin çarpıtılmasıdır. Ayette “Suht” olarak geçip bizim “haram yiyicilik” olarak çevirdiğimiz kelime, “helak ve bela” demek olup her türlü gayrimeşru kazanç ve işi/işlemi ifade eder. Bazıları kelimenin türediği kökten hareketle ‘suht’un şiddetli açlık, yani açgözlülük olduğunu söylemektedirler. Bir anlamı da utanılacak fiil, yüz kızartıcı suçtur. “Yalan dinleyen”le bir arada düşünüldüğünde, hâkimin yalan beyanı esas alması ve adaletsiz karar vermesi anlamı çıkar. Bu da gösteriyor ki, faizli işlemler, tefecilik, kitabına uydurulmuş hırsızlıklar, yolsuzluk, sömürü, aldatma, fuhuş parası-namus satıcılığı, alkollü içki (üretimi-ticareti), uyuşturucu vb. gayrı meşru kazançlar yanında rüşvet Yahudi toplumu arasında yaygındı. Yalan ve rüşvetin yaygın olduğu kimselerin ihtilaflarına bakıp adil bir karar vermek kolay değildir, çünkü takvanın olmadığı toplumlarda adalet tesis edilemez. Hâkim veya hakem hangi kararı verirse versin, işine gelmeyen taraf bunu reddedecektir. Bu açıdan davaların Hz. Peygamber’e getirilmesi anlamlıdır. Onlar, işlerine gelen hükmü kabul etmeye alışmışlardır (5/62-63).
Ancak şanı yüce Allah “Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adaletle hükmet“buyurmaktadır. Bu ayet, Müslümanlarla aynı coğrafi mekânda yaşayan gayrimüslimlerin kendi hukuklarıyla yaşayabileceklerine işaret eder. Herkes kendi dini inancını yaşayacak, çocuklarına öğretecek, ibadetini eda edecek ve hangi kural ve hükümlere bağlanıyorsa hayatını bunlara göre düzenleyecektir (109/Kafirûn suresi; Sözleşme Md. 25). Din seçiminde baskı olmadığı gibi (2/Bakara, 256), inanmayanların İslami hükümlere göre yaşamaları için de zor ve baskıya başvurma yoktur. Bu durumda özel ve sivil alanların tümünde birden fazla hukuk mer’iyette olabilir. Kamu hukuku ortak iyi ve ortak çıkar (ma’ruf) esas alınarak tek olmalıdır. İslam bilginleri, Müslümanların hakim olduğu yerlerde kamu hukukunun ve bu çerçevede gayrimüslimlerin İslami ahkâma bağlı olduklarını söylemişlerdir. Bu, savaş sonucu zimmi statüsüne düşmüş gayrimüslimlerin varlığı söz konusu ise doğrudur. Ama savaşmayan, Müslümanların hak ve hukukuna, din ve vicdan özgürlüklerine saygı gösterip onlarla barış içinde yaşamak isteyen gayrimüslimler varsa, kamu hukukunun mutabakatla tespit ve tayin edilmesinde herhangi bir engel yoktur. Cizye ayetinin hicretin 9. yılında indiğini düşünecek olursak, zimmi statüsünün de bu tarihte, anlaşmanın bozulması ve savaş durumunun ortaya çıkması sonucu ihdas edildiğini görürüz. Demek ki Hz. Peygamber Medine’de 9 sene boyunca müslüman olmayan topluluklardan “cizye” değil, savunma vergisi almıştır.
Bir arada ve barış içinde yaşanırken herkes özel ve medeni/sivil hayatında kendi hukukuna tabidir. Kendi mahkemelerinde yargılanır, ancak cezaların infazını devlet yapar. Zühri’ye göre « gayrimüslimlerin muamelat ve miras hukukunda kendi din adamlarına göre muhakeme olmaları sünnettir » yani peygamber tatbikatıdır. Buna rağmen gayrimüslimler, şu veya bu sebeple Müslümanlara kendi ihtilaflı davalarına bakmalarını talep edecek olurlarsa, Müslümanlar bu konuda muhayyerdirler. İsterlerse davalara bakar, isterlerse bakmazlar. Nitekim yukarıdaki ayet, iki Yahudi grubu arasındaki ihtilaf konusu kendisine geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.)’i serbest bırakmıştır, davaya bakacak olursa adaletle hükmetmesini emretmiştir. Çünkü kimin davasına bakarsa baksın, ona adaletle hükmetmekle yükümlüdür. (42/Şura, 15).
O günün şartları açısından bakıldığında bu, hem her kim ve ne olursa olsun, adaletin tesis edilmesini sağlamak, hem peygamber ve Kitaba dayalı hüküm ve kararların sadece adaleti gözettiğini onlara öğretmek için zaruridir. Eğer bir toplumda –o toplumsal düzenin Şeriat esasları üzerine kurulduğu iddia ediliyorsa da- adalet yoksa sömürü, yalan, gelir adaletsizliği, yoksulluk, siyasi baskı, tahakküm varsa, ifade özgürlüğü kısıtlanıyorsa, o toplumda peygamber ve Kitabın etkisi yok demektir; takvası olmayanı Kur’an doğru yola erdirmez (2/Bakara, 2). Ama Peygamber öyle yapmayacaktır, zor da olsa ona dava geldiği zaman her hak sahibine hakkını verecek, adaleti tesis edecektir.
“Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem kılıyorlar ve sonra bunun peşinden yüz çeviriyorlar? İşte onlar, inanmış değildir.“ Kitap ehlinin dinleriyle olan ilişkileri, onların bir tür Tanrı’yla olan hesabi ilişkilerini açığa vurur. Dinleri taammüden işlenen cinayetlerde kısası, zina olaylarında recmi emretmiş, kanunların herkese eşit uygulanmasını istemiştir, ama onlar bir yolunu bulup güçlülerini ve zenginlerini, mütegallibe zümrelerini bu hükümlerden muaf tutma yoluna sapmış, sonunda bu hükümlerin tamamen kadük kalmasına veya unutulup gitmesine, kısaca fiilen neshedilmelerine sebep olmuşlardır.
Peygamber’den istenen aralarında hükmetmeyi/hakemlik yapmayı kabul edecekse “adaletle hükmetmesi, onların heva ve heveslerine (haksız çıkar taleplerine) uymaması” uyarısı önemlidir (5/49). Hz. Peygamber, ister Kur’an’ın ister Tevrat’ın hükümlerini esas alsın, her durumda Allah’ın indirdikleriyle hükmetmiş olacaktır, çünkü surenin 44. ayetinde şöyle buyrulur: “Biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyûn) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah’ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.)” (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, III, 7-16.)
Medine Sözleşmesi çerçevesinde Hz. Peygamber’in hakem rolü oynaması sonraki dönemlerde İslam bilginleri arasında tartışma konusu olmuştur. Şevkaniye göre bir müslüman ile bir gayrmüslim/zımmi arasında vuku bulacak bir ihtilafa müslüman hakimler bakar, bu konuda icma var; gayrımüslimler kendi aralarındaki ihtilafları müslüman hakime götürürlerse, bu konuda bazı bilginler bakma zorunluluğu olduğunu düşünmüş -mesela İmam Şafii-, bazıları bu konuda hakimin muhayyer olduğu yolunda görüş beyan etmişlerdir. ( İbn Aşûr, Et Tahrir ve’t Tenvir, Tunus-1997, VI, 202-206).
Osmanlı”nın son yıllarında çıkarılan Aile Kararnamesi (Hukuk-ı aile kararnamesi), gayr-i müslimlerin davalarını da İslam mahkemelerine havale etmiş, ancak kararnameye, Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerine uygun hükümleri de koymuştur. Hakim, davanın taraflarına bakarak İslam Hukuku veya Kitap ehli hukukuna göre hükmetmiştir. (Kur’an Yolu.)Çoğulculuğun veya çokkültürlülüğün tartışıldığı batıda bu konuda tatminkâr bir çerçevenin oluşmadığı açıktır. Kanada ve İngiltere’deki uygulama önemli bir adım ise de, Şeriat mahkemelerinin vereceği kararın genel geçer mahkemeler tarafından bozulabileceği kaydını getirmesi, sonuç itibariyle son sözü dinlerin üstünde bir hukuk merci’inin egemenliğine işaret eder. Oysa Osmanlı’da Kilise mahkemelerinin verdiği kararı bir üst İslam mahkemesinin bozma yetkisi yoktur; Osmanlı devletinin davayla ilgili yegane irtibatı, gayrımüslimlere ait mahkemelerin tayin ve takdir ettiği cezayı infaz etmesinden ibarettir. Bu uygulama hiç şüphe yok ki, ilhamını Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetlerinden ve Hz. Peygamber’in tatbikatından (siret ve sünnet) almaktadır.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı

 

 

 

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER