VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 10 November 2022 14:02:11

0 Yorum

Kez Okundu.

ATATÜRK’ÜN SON MECLİS KONUŞMASI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR

ATATÜRK'ÜN SON MECLİS KONUŞMASI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR

H24/ Makale/ Hazım KORAL 

Mustafa Kemal'in 1937 yılındaki son meclis konuşmasında laik rejimin yönetim şekliyle ilgili sarf ettiği sözler dün olduğu gibi bugün de polemik ve tartışma konusu yapılmaktadır. Özellikle sosyal medya üzerinden bu tartışmalar yoğun bir şekilde sürdürülmektedir.

Atatürk'ün tartışma konusu yapılan konuşmasındaki bölüm şu: "Bizim devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği 'sanılan' kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır.

Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz." Bir kısım insanlar Atatürk'ün sarf etmiş olduğu bu sözlerle din değerlerine reddiyede bulunmadığını ve dolayısıyla Atatürk'ün din düşmanı olmadığını iddia etmektedir. Kimileri de bu konuşması ile Atatürk'ün çok açık bir şekilde dinî değerleri reddettiğini ve kullandığı "sanılan" ifadesiyle dine inanmadığını iddia etmektedirler.

Yani "sanılan" kelimesi olanın olmadığını varsaymak, kabul etmemek anlamındadır. Bir başka ifadeyle, sadece Müslümanlar değil, Hıristiyan ve Yahudiler de dahil olmak üzere milyarlarca insan kutsal kitapların Allah'tan geldiğine, gaipten/gökten indiğine inanmaktadır; buna rağmen Atatürk, "inanılan" demek yerine "sanılan" kelimesini kullanmakla inancın dayanaksız olduğunu düşündüğünü kapalı (aslında meseleye vukufiyeti olan için açık) olarak vurguluyor. Aynı şekilde "Dogma" sözcüğünü kullanmakla "değişmez" anlamının içi boş olduğuna vurgu yapıyor. "Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz'' sözü tamamen seküler yani laik mantığın ürünüdür. Aynı şekilde "Kitaplar" demekle elbette ki kutsal kitapları kastettiği açık.

Atatürk inancını söylemiş ve icraatlarıyla bunu ispatlamış kişidir. Aslında Atatürk'ün bu sözleri tartışma konusu yapılmamalı. Zira "Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz" darb-ı meselinden yola çıkarak Atatürk'ün yapmış olduğu uygulamalara bakmak yeterlidir. Atatürk, devletin idare şeklinden söz ederken Cumhuriyet Halk Partisi programına atıfta bulunuyor ve "Bizim devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır." diyor.

Altı okla sembolize edilen CHP'nin devlet idaresindeki prensiplerinden biri olan ve Anayasa'da "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" laiklik ilkesi gereği dinî kurallar yönetim işinden uzaklaştırılmış. Atatürk yapmış olduğu bu icraatını şu şekilde gerekçelendiriyor: "Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

Elbette cümlede geçen "hayattan almış bulunuyoruz" ifadesinden kasıt Avrupa ülkeleridir. Zira mutlak adaletin teminatı olan "İslâm Hukuku" yürürlükten kaldırılmış yerine bizim toplumumuzun yapısına uymayan ve aidiyet değerlerimize tezat olan "İtalyan Ceza Hukuku" konulmuş. Kutsal aile yuvasının yegâne teminatı olan "İslâm Aile Hukuku" lağv edilmiş, yerine aile yuvalarının dağılmasına zemin hazırlayan "İsviçre Aile Hukuku" getirilmiş. Ayrıca "kılık - kıyafet kanunu" ile müstehcenliğe teşvik yapılmış. (Bugün gelinen nokta malumunuz.)

Öte yandan, faiz ve sömürü düzenini men eden "İslâm İktisat Hukuku" ilga edilip yerine faiz ve sömürü sistemini ön gören, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan "Alman Ticaret Hukuku" devreye sokulmuş. Bilim, kültür ve kişilik gelişimi adına, ahlâk ve yüce erdemleri kuşandıran ve bu şekilde gelecek nesiller için teminat olan "İslâm Eğitim Sistemi" kaldırılıp yerine akidemize tezat ve imândan men eden agnostik ders müfredatı olan "İngiltere Eğitim Sistemi" ikâme edilmiş.

Ayrıca Kûr'ân alfabesini yasaklayıp yerine Latin alfabesi konmuş. O yıllarda, köy yerlerinde, samanlıklarda gizli gizli çocuklara Kûr'ân alfabesi öğretilirmiş. Böyle bir esnada cami imâmı köye baskın yapan jandarma tarafından yakalanırsa karakola götürüp tartaklanıp dövülür, sonra da "cürmü meşhud" (büyük bir suç işlemiş (!) olarak inkilap yasalarına muhalefetten mahkum ediledilirmiş. (Allah aşkına, böylesine bir din düşmanlığının tevili mi olurmuş?) O yıllarda maliye bakanlığı ve başbakanlık yapmış olan din düşmanı Şükrü Saracoğlu diyor ki: "Dinin tesirinden kurtulmak için 30 yıla daha ihtiyacımız var."

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Demek ki yapılan despotik baskılarla güdülen amaç buymuş. Tevekkeli, dinin tesirinden kurtulmak için Kûr'ân alfabesini yasaklayıp bir gecede halkımızı okur-yazar olmayan/cahil bir tabaka hâline getirdiler. O yıllarda iki kez milletvekiliği yapmış olan Kemalettin Kamu yüce dinimizi tahfif ve tahkir ederek diyor ki: "Ne örümcek, ne yosun. Ne mucize, ne afsun. Kâbe Arabın olsun bize Çankaya yeter." İşte o yıllarda laik kadroların Müslümanlığa ve İslâmiyete böylesine bir düşmanlığı söz konusuydu. Kendileri dinsiz ve din düşmanı olduğu gibi halkımızı da kendilerine benzetmek için olmadık baskılar uyguluyorlardı. Propagandaları ise işin cabasıydı. Büyük bir laik propagandist olan Halide Edip Adıvar diyor ki: "Öyle bir din istemem Arap felsefesinden bana bir din yarat Türk'ün nefesinden." Şimdi bütün bu yapılanlar ortada iken ve Müslüman bir toplumun yüz yıldan beri dinden men eden seküler ilke ve kanunlarla yönetilmesi sonucu yaşanan inanç ve ahlâk erozyonu ile (gelinen nokta itibariyle) her şey ayan - beyan ortada iken daha neyin tartışması yapılmaktadır?

Kimi temize çıkarmaya çalışıyorlar?

Buna gerek var mı?

Olan olmuş. Atatürk laiklik ilkesi ile Müslüman bir toplumu muasır medeniyetler seviyesine taşımak istedi fakat gelinen destinasyon ortada. Ne ileri teknolojide, ne bilimsel kalkınmada; ne medeniyet, ne görgü, ne ahlâk bağlamında ve ne de hedeflenen anlamda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamadık. Zira adres, yazılım ve uygulama yanlıştı.

Bizi biz yapacak değerler İslâm'ın hayat bahşeden prensipleriydi. Madem ki toplumumuz gelişim ve aydınlanma adına dizayn edilmek istendi, madem ki yeni bir formatla bu rejimin ismini "cumhuriyet" koydular. O hâlde sormuş olalım: Halkın aidiyet değerleri hiçe sayılarak nasıl cumhuriyet kurulur? "Halka rağmen halk için" hiç olur mu? Böyle bir rejimin adı cumhuriyet değil, tepeden inmeci despotizmdir. Kısacası dik âlâ bir diktatörlüktür.

Bakınız, cumhuriyet adına değil, laiklik adına İsâmî prensipler yürürlükten kaldırıldı, yerine Batı'nın ilke ve prensipleri konuldu. Olayın bir de şu boyutu var. Kûr'ân-ı Kerim'in birçok ayetinde belirtildiği üzere Allah Teâlâ biz Müslümanlara İslâm hukukuna mütenasip bir müesses nizam "varsa korumamızı, yoksa tesis etmemizi" emretmektedir. "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân'ı ve mizanı indirdik." (Hadid: 25) Bu sorumluluk aynı zamanda ümmet için "ibadî" bir vecibedir. Bunun dışındaki sistem ve beşeri ideolojileri reddetmemiz yine imânımızın gereğidir. Böyle bir sorumluluk karşısında biz olaya bigâne ve ilgisiz kalamayız.

"Biz siyasetle iştigal etmiyelim, siyaset istismara müsait ve kirli bir iştir, isteyen gelsin bizi istediği gibi ve istediği kanunlarla yönetsin" diyemeyiz. Bunu akidemiz bize müsaade etmemektedir. İslâm temizdir, İslâm nezihtir, biz temiz ve nezih olana talip olmalıyız ve nezih ile temiz olanı tesis etmeye çabalamalıyız. (Al-i İmrân: 110) Şimdi birileri kalkıp "Atatürk dinsiz veya din düşmanı değildi" derken, birçok insanlarımız ise "Atatürk laiklik ilkesi gereği dinî kuralları, din hukukunu yürürlükten kaldırdı, bunu yapan kişi elbette ki dine olan saygısından dolayı değil, dine olan inançsızlığından, dine olan düşmanlığından yaptı" diyorlar.

Bazıları da "laiklik prensibini dine olan saygısından yürürlüğe koydu" diyor. Bunu diyenlerin gerekçeleri ise, "bünyesinde kirliliği barındıran siyasete yüce dinimizin alet edilmesini önlemek için din - devlet işini birbirinden ayırmış" diyor. Bir kesim insanlarımız da bu sava karşılık, "doktorluk mesleği istismar edilse biz tıp eğitim ve mesleğini yürürlükten kaldırabilir miyiz?" diyor. Bu siyasette de olsa bir işte istismar varsa, istismar eden cezalandırılıp o işten men edilmeli. Adama sormazlar mı, "İslâm hukukunu yürürlükten kaldırdınız peki şimdi siyasette istismar veya rant-çıkar elde etmek için görevini kötüye kullanan yok mu? Kısacası gerekçesi ne olursa olsun Allah Teâlâ'nın hayat bahşeden, hayatı teminat altına alan, huzurun, güvenin ve mutlak adaletin teminatı olan evrensel hukuk kuralları ilga edilmemeliydi. Bizim sorumluluğumuz, "varsa korumak, yoksa ikâme etmek"tir. Bir Müslümanlar için bunun aksi asla düşünülemez. Bakınız, bu tartışmalarla bir yere varılmaz.

Olan olmuş. Atatürk köhnemiş ve laçkalaşmış olan saltanat rejimi Osmanlı'nın son durumlarından yola çıkarak "reddi miras" yapmış. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez, doğal olarak zihni seleksiyon içerisinde gelişen böylesi bir inancın gereği bu sefer Osmanlı nezdinde dinle arasına mesafe koymuş ve laiklik ilkesiyle din hükümlerini yürürlükten kaldırmış. Bunlar olmuş şimdi asıl önemli olan yukarıda da söz konusu ettiğimiz gibi biz Müslümanlar toplumsal düzenimizin tanzimine ilişkin sorumluluğumuzu hatırlamalı ve gereğini yapmak için çabalamalıyız. Merhum Erbakan Hocamız diyor ki: "Hangi cemaatten, hangi tarikattan, hangi mezhepten olursan ol eğer adil düzen için, İslâm birliği için ve İslâm'ın hakimiyeti için mücadele etmiyorsan beş para etmezsin." İşte bütün mesele bu.

Vesselâm...

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER