VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
KÜNYE
FİRMA REHBERİ
İLAN REHBERİ
BİZE ULAŞIN
YAZARLAR
H24HBR

@ Haber Tarihi : 11 January 2020 00:39:59

0 Yorum

Kez Okundu.

Allah Nurunu Tamamlayacaktır

Allah Nûrunu Tamamlayacaktır Ama...

Hazım KORAL

 

Allah Teâlâ’nın, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyruğu hayatımızın her alanı için geçerlidir. Zira ilâhî buyruklar sadece bireysel ve ailevî yaşantımızı değil, siyasetiyle birlikte bütün bir hayatımızı kuşatmaktadır. Siyasî anlamda İslâm ümmeti bugün 57 coğrafî parçaya bölünmüş vaziyettedir. Ümmetin bu bölünmüşlüğü siyasî şirktir.

 

Nûrun tamamlanması ümmetin birlikteliğini zorunlu kılmaktadır. Rad Sûresi’nin 11’nci ayet-i kerimesinde Rabbimiz buyuruyor ki: "Bir toplum kendi özlerinde bulunan güzel ahlâk ve huyu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." Demekki bir toplum müspet veya menfî anlamda kendi yaşam biçimini ve toplumsal dokusunu (özgür iradesiyle) hangi değerler manzumesine göre şekillendirmeye mütemayil ise Rabbimiz onlara o fırsat ve imkânı tanıyor. Ancak sonucuna katlanmak koşuluyla.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "Biz insana iki yol gösterdik, kimi buna şükreder, kimi nankörlük eder." (İnsan:3) Resûlü Ekrem Efendimiz ise bir hadis-i şeriflerinde, "Siz neye layıksanız öyle yönetlilirsiniz." diye buyurmaktadır. Ontolojik olarak insanın fıtratında iyiye, doğruya ve güzele temayül ve talep vardır. Fakat buna ulaşılabilmesi bazen zor olmaktadır. Zira önünde manialar, engeller ve bariyerler vardır. Ancak yine de insan uğraş ve çaba içerisinde olursa önündeki engelleri aşması da mümkündür.

Elbette ki bu hususta kolektif iradeye ihtiyaç vardır. İlâhî verilerden de anlaşıldığı üzere Allah Teâlâ insanoğlunun kaderini kendi eline vermiş bulunmaktadır. (İsra:13) Buna "teklif-i kader" denilmektedir. Bir de Rabbimizin kâinat üzerinde cari olan "tekvin-i kader"i vardır.

Buna "sünnetullah" da denilmektedir. Bu aynı zamanda toplumlar için de geçerlidir. (Fetih:23; Ahzab:62) Ancak şunu da belirtmiş olalım ki sebep - sonuç (illiyet) ilişkisi ile izah etmiş olduğumuz bu durum Allah Teâlâ ile kulları arasında geçen ilişki biçimi asla mekanik ve soyut değildir.

Çünkü Allah Subhanehu ve Teâlâ Rahman’dır, Rahim’dir. Esirgemesi ve bağışlaması boldur. Her şeyden önce O bizim Rabbimiz (eğitmenimiz)’dir. Bu nedenle biz dualarımızda deriz ki: "Ya Rabbi! Bize adaletinle değil, merhametinle muamele et." Rabbimiz, Ahzab Sûresi’nin 17’nci ayetinde "...

Allah size bir rahmet dilerse buna kim engel olabilir ki?" diye buyurmaktadır. Bir ayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Nice azınlıkta olan topluluk çoğunlukta olanlara galebe çalmıştır. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara:249) Al-i İmrân Sûresi’nin 139’ncu ayetinde ise,"Eğer inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz." diye buyrulmaktadır. Demekki mesele kemmiyette (sayı çokluğunda) değil, kalite ve liyakattadır.

Bir takım insanlar olumsuz koşulları bahane ederek, "İmtihan dünyasındayız işte, başka ne yapabiliriz ki?" diyerek yılgınlık gösterebilmektedirler. Oysa inananlar olarak Allah Teâlâ’nın rahmetinden asla ümidimizi kesemeyiz. Biz Müslümanlar Rabbimize tevekkül edip sebeplere tevessül edersek hiç kuşkusuz önümüze rahmet kapıları açılacaktır. Rabbimiz birçok ayetinde geçmiş kavimlerden örnekler vererek aynı liyakata bizler de erişirsek, bize bol nimetler vereceğini vaadetmektedir. Bu nimetlerden biri de yeryüzü hükümranlığıdır.

"Allah nûrunu tamamlayacaktır" başlığından da maksadımız budur. Öte yandan, yeryüzü hükümranlığını ellerinde bulunduran müstekbir güçler ise sömürü düzenlerinin son bulmasını asla istememektedir. Bu nedenle onlar Allah’ın nüruna düşmandırlar. Askerî güç dahil olmak üzere bütün maddî imkânlarını ve ayrıca bütün iletişim vasıtalarını seferber etmektedirler.

Dünya medyası onlara çalışmaktadır. Yazılı ve sözlü medya araçları onlara hizmet etmektedir. Kara propagandalarla, olmadık tezviratlarla aziz İslâm dinine saldırmaktadırlar. İftiralarla İslâm’ı karalamaya, İslâm’ın imajını sarsmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu İslâm düşmanı müstekbirler, yani kâfir ve müşrik güçler ne yaparlarsa yapsınlar, bütün matbaa rotatiflerini, bütün kadraj ve deklanşörlerini, bütün mikrofon ve promturlarını, bütün pleiut ve kajelerini bu şeytanî emelleri için kullansalar da muvaffak olamayacaklar.

https://www.4x4bet123.com/ https://www.4x4bet123.com/

Zira batılın hükmü uzun sürse de zulüm asla kalıcı değildir. Elbette ki, hak gelince batıl da, zulüm de zail olur. (İsra:81) Önemli olan hakkı ikâme etmenin çabası içerisinde olabilmektir. Müslümanlar olarak ihlâsla bu yola yönelirsek hiç kuşkusuz Rabbimiz bizlere medeniyet ve uygarlık kapılarını açacaktır. Kûr’ân-ı Kerim’de, biz Müslümanlar, sürekli Allah Teâlâ’nın rızası istikametinde uğraş ve çaba içerisinde olmamız teşvik edilmektedir: "Eğer siz Allah’a (Allah adına İslâm’a) yardım ederseniz Allah da size yardım eder, yeryüzünde ayaklarınızı sabit ber kadem kılar." (Muhammed:7) Hûd Sûresi’nin 112’nci ayetinde ise "..Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" emir kipiyle karşılaşıyoruz.

Peki "dosdoğru" nasıl olunur? Bize emredilenleri yerine getirmekle olur. Eğer biz Müslümanlar olarak Allah Teâlâ nezdindeki sorumluluğumuzu kuşanırsak, bireysel yaşamımızla takva üzere olursak, toplumsal olarak siyasî bilincimizi kuşanıp o minvâl üzere bir istikamet tutarsak hiç kuşkusuz Rabbimizin nimet ve bağışına da kavuşmuş olacağız. Zira "iyilikler kötülükleri giderir" (Hûd:114) Bu noktada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir husus daha var, o da şudur: Öyle veya böyle, Rabbimiz vaadettiğine göre mutlaka nûrunu tamamlayacaktır. Ama asıl olan bizim safımızın nerede ve hangi minvâl üzere olduğudur. Her bir Müslüman mutlaka ve mutlaka kendisini sorgulamalıdır:

"Rabbim benim bu yaşantımdan memnun mudur? Ben hangi hâl üzereyim? Hayat standartlarım, ahlâkım, kişiliğim, davranış biçimlerim, eylem ve söylemimle insanî ilişkilerim Allah Teâlâ’nın evrensel kriterlerine ne kadar uymaktadır? Sık sık kendimizi yoklamalıyız. Kıldığımız namaz yaşantımızın tekmili olmalı. Namazımızla Rabbimize rapor sunuyor olmalıyız, Rabbimize tekmil veriyor olmalıyız. Bu konuda ne bireysel sorumluluklarımızı ihmâl edebiliriz, ne de toplumsal mükellefiyetlerimizi.

Bugün Müslümanların büyük çoğunluğu bu konuda çelişki yaşamaktadır. Bakıyorsunuz tam bir beyefendi, namazında niyazında, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, insanî ilişkilerde gayet mütevazı, aile bireylerine karşı müşfik, kul hakkına harfiyen riayet eder ancak siyasî bilinç sıfırdır; gider bir masonik partiye oyunu verir. Bu kişi hacıdır aynı zamanda. Yani gidip Kâbe’yi tavaf etmiş şeytan taşlamıştır ama memleketine geldiğinde şeytana hizmet eden partiye oy vermiştir. Sayın Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle, "Bir alana ağırlık verip, diğer alanı ihmâl etmek bütünlüğü ihlâl etmektir." Allah Teâlâ’nın, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyruğu hayatımızın her alanı için geçerlidir. Zira ilâhî buyruklar sadece bireysel ve ailevî yaşantımızı değil, siyasetiyle birlikte bütün bir hayatımızı kuşatmaktadır.

Siyasî anlamda İslâm ümmeti bugün 57 coğrafî parçaya bölünmüş vaziyettedir. Ümmetin bu bölünmüşlüğü siyasî şirktir. Nûrun tamamlanması ümmetin birlikteliğini zorunlu kılmaktadır. Şu yadsınamaz gerçeği itiraf etmiş olalım ki, ümmet evrensel birlikteliğini tesis etmeden Allah Teâlâ nûrunu tamamlamayacaktır. İnsicam olmalı ki nûra zemin hazırlanmış olsun. Biz iç insicam ve nizamımızı tesis etmeden, dünyaya insicam ve nizam vermemiz mümkün değildir. Bu amaç uğrunadır ki, merhum Erbakan Hocamız evrensel birlikteliğimize bir başlangıç olsun diye D - 8 projesini hayata geçirme teşebbüsünde bulunmuştu. Sonra müşrik ve kâfirler 28 Şubat Postmodern darbesini devreye sokarak D - 8’i akamete uğrattılar. Ancak şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki bu proje geçici olarak akamete uğramıştır. Zira Rabbimiz zamanı geldiğinde mutlaka nûrunu tamamlayacaktır.

Gelişmeler de bu minvâl üzeredir. Bakınız İncirlik’le, Kürecik’le, İzmir NATO üssü ile Anadolu toprakları başta ABD olmak üzere Batılı şer güçlerin vesayeti altındadır. Ancak son zamanlar İran ile iyi ilişkiler geliştirildikçe ABD ve Batı rahatsız olmaya başladı. Bunun sonucu olarak İran ile Türkiye arasındaki altın ve petrol ticaretine engel olmak için Halk Bankası’na maşalar aracılığıyla operasyon çekildi. Ancak hedeflerine ulaşamadılar. Eğer emellerine ulaşsaydılar Erdoğan vatana ihanet suçlamasıyla idam edilecekti. Ancak yenilen güreşe doymamış misali şeytan pusuya yatmış bekliyordu.

15 Temmuz 2016 tarihine geldiğimizde büyük şeytan tekrar düğmeye basmış ve taşeron örgütü aracılığı ile kanlı darbe girişiminde bukunarak resmen ülkeyi işgale koyulmuştu. Ama bu sefer de hezimete uğradılar. Eğer başarılı olsaydılar ilk fırsatta İran ile korkunç bir savaşa girişilecekti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla halkımızın sokağa dökülüp darbeye engel olması büyük şeytanın oyununu tekrar bozulmuş oldu. Bu gelişmeler bile yarınlara yönelik umutlarımızı canlı tutmaya vesile olmaktadır. 15 Temmuz’dan bu yana dikkatimizi çeken bir başka husus ise, hükümetin her geçen gün ABD ve Batı ile restleşme sürecine girmesidir. Hatta iş o raddeye vardı ki, (hadi halkımız tarafından neyse de) siyasîlerimiz tarafından bile Kürecik Radar Üssü, İncirlik ve NATO tartışılmaya başlandı. Bu gelişmeyi anti emperyalis düşünceye sahip olan her kesimden insanlarımız iyi değerlendirmeli. Bunun için illa ki 68 ruhuna sahip olmamız gerekmiyor, bağımsızlık yanlısı her kesimden insanlarımız özgür yarınlarımız için, aydınlık geleceğimiz için ABD üslerine ve NATO’ya hayır demesini bilmelidir. 1946 senesinde geliştirilen ilişkiler bizi ABD’nin müstemlekesi durumuna düşürmüştür.

Bizler bu pislikten arınmadan Allah Teâlâ nûrunu beklemeye hakkımız yoktur. Önce bağımlılık zilletinden arınmalıyız. Ardından evrensel birlikteliğimiz için merhum Erbakan’ın D - 8 projesini hayata geçirmemiz için ülke olarak harekete geçmeliyiz. Kısacası siyasî şirkten kurtulmak için kalıcı ve muhkem çözümler üretmek zorundayız. Defaatle ifade ettiğimiz gibi elbette ki, Allah Teâlâ nûrunu tamamlayacaktır ama bunun ön şartları vardır.

Ümmet olarak biz bu şartları yerine getirmek ödevindeyiz. Namaz, zekât, oruç nasıl farz ise toplumsal hayatımızın Allah Teâlâ’nın evrensel yasalarına uygun bir şekilde tanzimi de farzdır. Ümmetin vahdeti de bu amaca matuftur. Bu iki husus tahakkuk ederse eğer ümmetin insicamı da sağlanmış olur. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa tamamen harap olmuş vaziyetteydi. Peki sonra ne oldu? Baktılar ki, husumet ve savaş ölümlerden ve yıkımlardan başka bir şey getirmiyor. Hemen harekete geçip bir "Hıristiyan Kulübü" olarak Avrupa Birliği’ni kurdular. Dünyevî menfaatleri de zaten bunu gerektiriyordu. Peki biz Müslümanlar olarak imânî bir sorumluluk olarak neden böyle bir gayretin içerisinde değiliz. Üstelik bu bizim için akidevî bir misyondur.

Başta ABD olmak üzere sömürgeci Batı ülkeleri bizim ümmet olarak birleşmemizi ve güç birliği oluşturmamızı istemiyorlar. 28 Şubat darbesini de içimizdeki uzantıları vasıtasıyla bu amaç için yaptılar. Merhum Erbakan bizzat o meşum süreci anlatırken şu ifadelere yer veriyor: "Hükümeti henüz yeni kurmuştuk ABD Büyükelçisi bizimle görüşme talebinde bulundu. Biz de zannettik ki bu bir diplomatik nezaket ziyaretidir. Adam gelip karşıma oturdu. Elinde bir klasör vardı. Klasörü açıp içerisinden bana birkaç tane A- 4 kâğıdı uzattı. Elime kâğıtları aldığımda bir de ne göreyim! Maddeler hâlinde talimatname.

Madde: 1- İlk yurdışı ziyaretini İran’a yapmıyacaksın. Madde: 2 - İran ile başta doğalgaz ve petrol olmak üzere ticari ilişkilerinizi keseceksiniz. Madde: 3 - Müslüman ülkelere gümrük ve vize uygulamasına gideceksin. Vs. vs. Maddeler böyle devam ediyordu. Adeta bir müstemleke ülkesine atanmış bir vali gibi tavırları vardı... Ben bu talimatnamenin tam tersini yaparak ilk yurtdışı gezimi İran’a yaptım ve mevcut olan ticari ilişkimizi çok daha yukarılara taşıdık. Ben onların dümensuyundan gitmeyince 28 Şubat’ı devreye soktular." Merhum Erbakan Hocamız’ın bir TV kanalına verdiği röportajdan kısa bir kesit aktarmamız bile ABD’nin, İslâm dünyası ile iyi ilişkiler geliştirmemize nasıl bir tahammülsüzlük sergilediğini görmüş olduk. Bu kâfirler iyi biliyorlar ki, biz İslâm ülkeleri olarak iyi ilişkiler geliştirirsek ve siyasî birlikteliğe gidersek onların sömürü düzenleri son bulacaktır. İşte bu yüzden onlar tahammülsüzlük gösterip çeşitli entrikalara başvurmaktadırlar.

En son entrikalarından biri de 15 Temmuz darbe girişimidir. Darbe girişiminin ertesi günü Hükümet Sözcüsü Sayın Süleman Soylu basın mensuplarına yaptığı açıklamada perdenin arkasındaki şeytanî gücün "okyanus ötesi" olduğuna işaret etmişti. Evet, bu melunların aslında bir tek emelleri var, o da Allah’ın nûrunu söndürmek. Peki bu hiç mümkün müdür? Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: "Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki, kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. Allah, müşrikler hoşlanmasalar da, dinin bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderendir." (Tevbe:32-33) Evet, Rabbimiz ayetle müjde veriyor ama biz ümmet olarak bu nûra istihkak kazanmamız gerekmektedir. Bu istihkakın nasıl kazanılacağını Rabbimiz vaadi ile bildirmektedir. "Allah, içinizden iman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ’güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ’güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşip kılıp (anayasal düzen olarak) şeriata icra imkânı verecek ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve (tevhidî değerlere sadık kalarak) bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır." (Nûr:55)

Henüz Bu Haber İçin Yorum Yapılmamış
Adınız Soyadınız
Güvenlik Kodu
BENZER HABERLER